5 Ağustos 2010 Perşembe

Rengarenk Galatasaray


Herşey Harry Kewell’ın gelmesiyle birlikte sırtına geçirdiği, turuncu formamızla değişti. Sarı ve kırmızının karşımından hazırlanıp Kewell’in üzerine görünce vurulduğum turuncu formamıza hemen ısındım. Benim gibi sarı ve kırmızı karışımına, parçalıya hayran bir Galatasaraylı’nın bile kalbini çeldi turuncu forma. Sonrasında ise her sezon bir alternatif renk ile çıktı oyuncularımız karşımıza; mor, mercan, bej... Sanırım önümüzdeki yıllarda hız kesmeden devam edecek bu uygulama.


Yıllarca, Ali Sami Yen’in Liverpool tribünleri gibi sadece kıpkırmızı olmasını isteyen ben, şimdi rengarenk Galatasaray kavramını yadırgamıyorum. Store’a girince, formalarımızın renk çeşitliliğini görüp, gülümsüyorum. Gökkuşağı gibi rengarenk formalarımız, bana çeşitliliği, çok sesliliği, hoşgörüyü çağrıştırıyor... Umarım hayal kurmuyorumdur!

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Koca dünya bir topun peşinde koştuk



Futbol ile dolu bir ayın ardından, aklımızda; jabulani, vuvuzela, ahtapot Paul kaldı…

2010 dünya kupasına; jabulaniyi tartışarak, vuvuzelanın ne çekilmez bir şey olduğunu konuşarak başladık. Kupa bitti; halen futbol konuşmuyoruz. Dört yılda bir olan futbol ayinini izledik ama popüler kültüre yenik düştük. Taktik, teknik, goller, çalımlar bir yanda; kupa İspanya’da kaldı ama biz daha futbola dair düşünceler oluşturamadan dünya kupasıyla vedalaştık.

Yıl boyu izlediğimiz turnuvaların ve İspanya, İngiltere, Almanya lig maçlarının etkisi mi, futbolun artık belirli kalıplar içinde oynanması mı, oyuncuların hareketlerinin üç aşağı beş yukarı tahmin ediliyor olması mı? Herkesin elbette bir yanıtı vardır ama bu dünya kupası asidi kaçmış kola gibiydi.

Güney Afrika, Uruguay, ABD ve Almanya dışında bu kupayı hatırlayacak, ülke sayısı azdır. Güney Afrika, ev sahipliğinden, Uruguay Forlan’ın fantastik oyunuyla elde ettiği dördüncülükten, ABD futbolda da söz sahibi olacağını cümle aleme göstermesinden; Almanya ise genç jenerasyonuyla ve oynadıkları futbolla gurur duymalarından dolayı 2010 yılını unutmayacak. İspanya ve Hollanda tarafından zaten hep hatırlanacak.

Artık futbol teknoloji ile tanışmalı

Bu dünya kupasının çekim ve görüntü kalitesi açısından bir milat oldu. Özellikle ağır çekimlerde her ayrıntının gözler önüne serilmesi, artık teknolojinin futbolu da güzelleştirdiği gösterdi. Belki futbolun karar mercileri, buna istinaden teknolojinin futboldaki kullanımını biraz da olsa artırmayı düşünebilirler. En azından hakem hatalarını azaltmak adına, hiç olmadı topun gol çizgisini geçip geçmediğini anlamak için teknolojiye başvurabilirler. Turnuva topunu teknolojinin nimetlerinden yararlanıp tasarlamak ve üretmek pek bir fayda ve anlam taşımıyor. Aksine turnuvanın başlamasına yakın, takımlara dağıtılan bu toplar hem kalecilerin hem de oyuncuların işini zorlaştırıyor.

Her maç defile gibiydi

Çekim kalitesi gibi formalar da övgüyü hak ediyordu. Formalar, sanki modacıların elinden çıkmıştı, hepsi birbirinden güzeldi. Stadyumlar oldukça etkileyiciydi, turnuvadan sonra yeterince kullanılmayacak olmaları üzücü. Evet, turnuvanın atmosferi gayet güzeldi… Ta ki televizyonun sesini açana kadar, vuvuzelayla birlikte büyü bozuluyordu. Futbolu futbol yapan, tezahüratın yerini vuvuzela alınca; stadyumlar bir arı kovanına dönüştü. Neredeyse tüm maçları ekran başında izleseniz de o sese alışılmıyor. Gelenektir, kültürdür diyip yasaklanmadı ama futboldaki taraftar olgusunu da yerle bir etti. Umarım önümüzdeki yıllarda, futbol maçlarında vuvuzela sesi duymayız.

Maradona ve Arjantin’e dair

Futbol dünyası, Maradona’yı hatalarıyla sevdi; “Tanrı’nın Eli” ile başlayan hatalar zincirine rağmen Maradona ismi albenisinden bir şey kaybetmedi. Ülkesine dönen Arjantin milli takımını yaklaşık 15 bin kişi karşıladı, bu kalabalıkta hakim hava Maradona coşkusuydu. Maradona’nın milli takımın başında yola devam etmesini istiyorlardı, çünkü Maradona; futbolun hatalarıyla birlikte mucizelerini de simgeliyor. Yıllar geçse de kimse mucizelere inanmaktan vazgeçmek istemiyor.



Ama Arjantin’in elenmesi, ben dahil, bütün futbol romantiklerini derinden yaraladı. Vuvuzelaya rağmen kollarındaki saatler ve elinden bırakmadığı tespihiyle Maradona’yı izliyorduk. Hep aynı kadroyla oyuna başlaması, Milito’ya burun kıvırmasına aldırmadan, gri takımının içinde Maradona kupayı kaldırsın istiyorduk. Taca çıkan topu sektirip sahaya yolladığında tribünlerden yükselen sese, bizler de eşlik ediyorduk. Hatalarıyla seviyorduk Maradona’yı… Arjantin elenince anladık; 2010’da sürpriz olmayacaktı, kupa yavaş yavaş İspanya’ya gidiyordu. Biz romantikler, İspanya hak etmeyeceğinden değil; içimizdeki Maradona sevgisinden, biraz da muzice isteğinden, Arjantin elenince başımızı eğdik.




Bu dünya kupası sistemli takım oyununun zaferiyle sonlandı; “Barcelona yarısı” İspanya mutlu sona ulaştı. Messi’den yeni bir Maradona doğmadığı gibi, yıldız oyuncuların çoğu havlu attı. Ronaldo, Rooney, Drogba ve Ribery gibi yıldızlar kariyerlerine oldukça başarısız bir dünya kupası eklediler.

Bizler için ise, belki futbol açısından unutulmaz bir dünya kupası değildi. Ama bu turnuvanın simgeleriyle tarihte yerini aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Umarım bu simgelerden biri olan vuvuzela, sadece acı bir hatıra olarak kalır.