28 Temmuz 2009 Salı

Rock kasabasında bir gün…


Rock’n Coke, yeniden müzik ve eğlenceyi bir kasabaya sığdırdı. Bir yıl aranın ardından yeni bir mekanda, İstanbul Park’ta, 17 Temmuz 2009 Cuma günü kapılarını açtı ve aralıksız müzik başladı.

Bu yılı, diğerlerinden ayrı değerlendirmek ne yazık ki mümkün değil; daha kasaba sınırına yaklaşmadan aklımda bir dolu soru işareti vardı. Neden İstanbul Park, burada motorları patlarcasına gürültü çıkaran Formula 1 otomobillerini izlemek istiyorum, müzik dinlemek değil; peki asfalt zemin, Temmuz’un ortasında kavurmaz mı bizi? Bunları düşünerek koyuldum yola, bir de bu yıl sahne alacak gruplar meselesi var, bu da başka bir soru işareti dizisi… Kulağımın pasını bütün kış Coldplay ile sildim; karda, yağmurda, kış güneşinin bulutların arasından bizlere göz kırptığı rüzgarlı İstanbul günlerinde, yoldaşım hep Coldplay oldu. Şimdi bu denli şartlanmışken Linkin Park da nereden çıktı?

Cumartesiyi pas geçip, Pazar günü müzik sevdasıyla koyulduk yola... Ve sonunda İstanbul Park göründü; üst geçidi aşıp, gözlerim Ferrari standını ararken, bir otobüs yanaştı yamacımıza, doluştuk içine; 7. 8. tribünün önünden geçerek güzel kasabamıza geldik… Bir baktık kamp alanı kasabanın dışında, müziğin uzağında… Fare labirentinden geçip, güzelce arandık; fosforlu turuncu bilekliklerimizi kollarımıza taktık; ver elini Rock’n Coke dedik.

Sıcak sıcak ama sonra Linkin Park

Kim demiş Rock’n Coke sadece eğlenmek için diye? Benim için bu yılki Rock’n Coke oldukça eğiticiydi... Biraz değişiklik, biraz güneş, biraz eğlence amaçlıydı rock kasabasını ziyaretim; açıkçası bu denli güzel bir müzik ziyafeti hiç beklemiyordum. Ama sonrasında öyle böyle değil, çok etkilendim ve “hayattan beklentilerini minicik yap, mutluluğa kollarını aç” felsefem bir kez daha doğrulandı. Ben, Coldplay hayaliyle Rozarlight, Kaiser Chiefs, Linkin Park’a burun kıvırırken; onlar sahnede gövde gösterisi yaptı. Uzun zamandır, tek bir sahnede bu kadar etkili, bu kadar gitarına, sesine, baterisine hakim grupları ardıardına izlememiştim. Günün sıcağını, akan terleri, yorgunluğu ise Linkin Park aldı götürdü. Yüzümde, hafif bir tebessüm ve biraz şaşkınlıkla gelecek yıl için sözleştik, kasabadan ayrılırken. Ama tozuyla toprağıyla, gölden esen serin rüzgarıyla, aklım halen Hezarfen’de... Bir kez daha anladık müzik ruhun gıdası ve İstanbul yaz aylarında festivallerle güzel.

Rock’n fashion

Yanılmıyorsam, en sıcak Rock’n Coke’u geride bıraktık. İnsanlar, ne giydiklerinden çok Coca Cola’larındaki, sularındaki buzlarla ve biranın soğukluğuyla ilgiliydiler. Gündüz saatlerinde, herkes gölgede siper almış; güneşin etkisini kaybetmesini bekliyordu. Bu yüzden Rock’n Coke’un tek bir galibi vardı; o da Ray-Ban. Kasaba sakinlerinin neredeyse hepsinde Ray-Ban gözlükler vardı, gözlerim yanıltmadıysa, sahne alan Razorlight’ın solisti bile bu akıma uymuş ve kemik çerçeve Ray-Ban takmıştı.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Sinemayı seviyorum çünkü


Eski defterlerin arasında; rengi solmuş, üzerindeki yazılar silinmeye yüz tutmuş; kenarlarında minik minik yırtıklar oluşmuş bir kağıt buldum. Üzerinde madde madde sinemayı neden sevdiğimize dair alıntılar yer alıyor. En altta da Sinema dergisi Şubat sayısı yazıyor; parantez içinde de Fransız Premiere dergisi diye not düşülmüş.

Evet, bilinmeyen bir yılın Şubat ayının Sinema dergisi, bilinmeyen bir Premiere dergisinden alıntı yaparak bir haber yapmış demek ki.... O zamanlar, hiçbirşeyi unutmayacağımı düşünüp, fil hafızamla yılı not etmemişim... Saatlerin durduğu yılların hızlandığı bir zaman diliminde; sinemaya olan sevgimiz yerli yerinde duruyor. İşte saman kağıda geçirilmiş sinemaya olan sevgimizin nedenleri; sinemayı seviyorum çünkü;

· Kendini Mad Max’i izledikten sonra kurşun geçirmez, Indiana Jones’tan sonra dayanılmaz, Superman’den sonra da ölümsüz hissedersin.
· Salonda komşularla aynı rüyayı birlikte izledikten sonra onlarla hiç tanışmadan salondan çıkarsın.
· Politikacıların gidecek zamanları yoktur.
· Travolta ve Uma Thurman’ı dans ederken izleyebilirsin.
· Sapık’ı izledikten sonra banyo yapmak çok enteresandır.
· Hayatı sevmiyorsan sinemaya gider.
· Martin De Niro’nun filmlerinde Robert Scorsese’yi izlersin.
· Ucuza seyahat edersin.
· Aslını unutturacak kadar mükemmel bir uyarlama izleyip ardından kitabı tekrar okursun.
· Çocuklar sinema perdesi arkasında binlerce televizyon ekranı olduğunu sanıyor.
· Hala görecek yığınla film var.
· Asla hepsini göremezsin.
· Kaçırdığın binlerce film var.
· Salondan hışımla çıktığında bir daha asla geri dönmeyeceğini; salondan gözlerin yaşlarla ayrıldığında bir daha geri dönmeyeceğini düşünürsün... Ve elbette geri dönersin.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Şems-i Tebrizi’nin kırk kuralı

Birinci kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanıdığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sende korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

İkinci kural: Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil.

Üçüncü kural: Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonraki batını mana. Üçüncüsü batınınin batınısidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

Dördüncü kural: Kainattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.

Beşinci kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini” diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: “Bırak kendini, ko gitsin!” Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte vardır.

Altıncı kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.

Yedinci kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

Sekizinci kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

Dokuzuncu kural: Sabretmek öyle durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

Onuncu kural: Ne yöne gidersen git –Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda azı dolaşır.

On birinci kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

On ikinci kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de isteme de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

On üçüncü kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini açıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.

On dördüncü kural: Hakk’ın karşısına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzeni bozulur hayatımın altı üste gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olacağını?

On beşinci kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

On altıncı kural: Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevebilmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden ne layıkıyla bilebilir ne de layıkıyla sevebilirsin.

On yedinci kural: Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışında her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

On sekizinci kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendinle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır.

On dokuzuncu kural: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

Yirminci kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

Yirmi birinci kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

Yirmi ikinci kural: Hakiki Allah Aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.

Yirmi üçüncü kural: Yaşadığımız hayat elimize tutturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan emanet. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir ya da kıymet bilmeyiz. Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerdedir.

Yirmi dördüncü kural: Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en eşreflisi, atığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemektedir.

Yirmi beşinci kural: cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit biriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

Yirmi altıncı kural: Kainat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kaderi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.

Yirmi yedinci kural: Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır. Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.

Yirmi sekizinci kural: Geçmiş zihinlerimizi kapsayan bir sis bulutundan ibarettir. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

Yirmi dokuzuncu kural: Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, yol ayrımını verir. Güzargah belidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin ne de hayat karşısında çaresizsin.

Otuzuncu kural: Hakiki Sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez. Sufi kusur görmez, kusur örter.

Otuz birinci kural: Hakk’a yakışabilmek için kadife bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcük bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

Otuz ikinci kural: Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!

Otuz üçüncü kural: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.

Otuz dördüncü kural: Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine öylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır, emin bir beldede yaşar.
Otuz beşinci kural: Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Münin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrı’ya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

Otuz altıncı kural: Hileden desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan.

Otuz yedinci kural: Tanrı kılı kır yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.

Otuz sekizince kural: “Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?” diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün. Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

Otuz dokuzuncu kural: Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz. Ölen her Sufi için bir Sufi daha doğar.

Kırkıncı kural: Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşkın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.