29 Aralık 2010 Çarşamba

Galatasaray-Fenerbahçe Maçını Beklerken

Herhangi bir Galatasaray-Fenerbahçe maçı öncesinde kazanmaktan çok aman olay çıkmasın demekten bıktım, usandım. Çok dövmek istiyorsanız birbirinizi sözleşin, buluşun bir meydanda; nasıl olsa internet var, kolay olur... Giyin formalarınızı, tertemiz; alın elinize bıçak, sopa; ne bilim kullanın işte hayal gücünüzü; sizin resmi sporunuz bu olsun. Bırakın artık Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin maçlarını beklemeyi. Rahat bırakın, düşün şu takımların yakasından, kendi sporunuzu icra edin; hatta toplayın kendi taraftarınızı... Bırakın benim Galatasarayımı, bırakın Fenerbahçe’yi...

26 Aralık 2010 Pazar

Formula 1’de gençlik aşısı tuttu

2010 biterken, Sebastian Vettel'den bahsetme vakti geldi de geçiyor bile...

Formula 1 takviminin son yarışında, Renault pilotu Vitaly Petrov, Fernando Alonso’ya geçit vermedi. Sebastian Vettel birinciliği elde etti ve pistlerin en genç şampiyonu olarak adını Formula 1 tarihine yazdırdı.

“Bebek Schumacher” büyüdü, 10 kez pole pozisyonu kazandı. 5 Grand Prix'te damalı bayrağı göğüsledi ve Red Bull Racing koltuğunda 256 puan alarak şampiyonluğu elde etti. Vettel’i, 252 puanla Ferrari pilotu Fernando Alonso ve 242 puanla takım arkadaşı Mark Webber takip etti.

Formula 1’in yeni Michael Schumacher’i olarak gösterilen Sebastian Vettel, kısa kariyerine rekorlarla başladı. Bugüne kadar kırdığı rekorların hepsi, “Formula 1 tarihinin en genç pilotu” unvanına çıkıyor. Sebastian Vettel, 2006 Türkiye yarışının antrenmanlarında BMW Sauber takımının üçüncü pilotu olarak piste çıktı ve F1 tarihinin en genç pilotu oldu. 2007 tarihinde koşulan ABD Grand Prix'inde, "Formula 1 yarışında start alan en genç 6. pilot" unvanını kazanmakla kalmadı, aynı yarışta "Formula 1yarışında puan alan en genç pilot" rekorunu da kırdı. 2007 yılındaki Çin Grand Prix’ine bir ara liderlik eden Vettel, bu yarışta da "Formula 1yarışına liderlik eden en genç pilot" rekorunu elde etti. İtalya Grand Prix’inde "Formula 1 yarışında pol pozisyonunu kazanan en genç pilot" ve "Formula 1yarışını kazanan en genç pilot" rekorlarını kıran Vettel, "farklı iki takımda yarış kazanan en genç pilot" rekorunu da ele geçirdi. Sebastian Vettel 23 yaşında, Formula 1 tarihinin en genç şampiyonu olarak, şimdilik en önemli rekoruna imza attı.

Vettel Ferrari ve McLaren Mercedes’e kafa tutacak

Şampiyonluğun ardından “Bu rüyadan hiç uyanmak istemiyorum” diyen Vettel’in önünde daha kırılacak çok rekor var. Bunun farkında olan Red Bull Racing’in de en az 3-4 sezon Vettel’i bırakmaya niyeti yok. Red Bull Racing’in performansında bir düşüş olmazsa Vettel, Ferrari ve McLaren Mercedes pilotlarını oldukça zorlayacak.

Her zaman bir numara olmaya adaylar

Son yıllarda, farklı markalar ve pilotlar öne çıkıyor. Bunların arasında Lewis Hamilton ve Fernando Alonso’nun her zaman bir adım önde olacağı düşünülüyor. Hamilton’ın kusursuz sürüş yeteneği ve Alonso’un hiç eksilmeyen kazanma hırsı, bu iki pilotu öne çıkarıyor. Sebastian Vettel de rakiplerinden ayrıştırarak, üçüncü bir isim olarak Hamilton ve Alonso’nun yanına koymalıyız. Çünkü Vettel’ın kendisinin bile kontrol etmekte zorlandığı bir yarış anlayışı var. Bu da beraberinde tehlikeyi, seyir zevkini, kazaları birlikte getiriyor. Genel düşüncenin aksine Sebastian Vettel’de Michael Schumacher’den çok, Juan Pablo Montoya’daki ışığı ve bitmek bilmeyen yarışma arzusunu görüyorum. Montoya’nın durulmaya, olgunlaşmaya vakti olmadı ya da bunu istemedi. Sebastian Vettel, olgunlaşma evresini kısa sürede tamamlarsa, bizlere çok güzel yarışlar izleteceğini düşünüyorum. Yeter ki, içindeki yaramaz çocuğa birazcık söz geçirebilsin.

19 Aralık 2010 Pazar

66’nın hikayesi devam ediyor

Arda Turan’a kaptanlık ve 10 numaralı formanın verilmesiyle, 66 hatıralarda yerini aldı sanıyordum. Oysaki Arif Erdem’in 6’sının yanına Arda tarafından eklenen 6’nin kucaklaşmasıyla oluşan 66 numaralı forma, artık Anıl Dilaver’in sırtında koşuyor. Galatasaray’ın yeni 66’sı, sağ kanatta ilerliyor ve gol oluyor. Galatasaray için kurtuluşun yerini de işaret ediyor, yeter ki gören olsun.

16 Aralık 2010 Perşembe

Zaferler senin ruhunda var

Bir yıl aranın ardından, iş çıkışı basketbol mesaisine yeniden başladım. Bu kez rota Abdi İpekçi’ydi. Daha yola çıkmadan söylenmeye başlamıştım; keşke Ayhan Şahenk’te devam etseydik; Abdi İpekçi çok büyük, orayı doldurmamız imkansız... Ayhan Şahenk’te atmosfer daha güzel oluyor falan filan diye geveleyerek kendimi ikinci gelen metrobüse zar zor attım; minicik bir yerde, yaşam alanımı kurdum. Cevizlibağ’da mı insem, Topkapı’da mı diye düşünmeye başladım. Cam buğulanmaya dışarısı görünmemeye başladı, içerisi ana baba günü, durakları söyleyen bir dış ses yok; metrobüs her durduğunda acaba hangi duraktayız oyunu, oynaya oynaya; kendimi Cevizlibağ durağında metrobüsten attım.

Aman Tanrım, çok şükür... Şimdi de üst geçitten yolun karşı tarafına geçmem gerekiyordu. Üst geçidin merdivenlerinden herkes iniyor, çıkacaklar için ince bir hat varla yok arasında. Söz kousu metrobüs olunca İstanbul’a yeni gelmiş gibi oluyorum; sağım solum, duraklarım, aklım fikrim karışıyor. Hergün metrobüs ile yolculuk yapanlardan minik bir el kitabı hazırlamalarını rica ediyorum. Metrobüse binmenin incelikleri; metrobüs zorluklarını fırsata çevirmenin yolları, artık adını ne koyarlarsa... Neyse, üst geçitten inince tanıdık sularda olduğumu anlıyor, minibüsle hemencek Abdi İpekçi’ye varıyorum.

Bilet alma, içeri girme fasılları çok kolay oluyor; zaten bir avuç insanız. Kuyruk yok, kalabalık yok; çoğunluk üniversite öğrencisi, çoğu tanışık birbiriyle; ordan oraya sesleniyorlar. Salon gerçekten çok güzel, koltuklar rahat; yiyecek içecek seçeneği bol. Ama işte biz burayı dolduramayız ki...

Yerimi bulup oturuyorum, takımlar henüz çıkmamışlar ısınmak için. Sözlerinde Ali Sami Yen geçen marşlar çalıyor; biraz burkuluyor insanın içi. Beş on dakika sonra ıslıklarla çıkıyor rakip takım... GasTerra Flames, Hollanda temsilcisi; bu aralar zihnimde Hollanda eşittir Frank Rijkaard. Aklım dağılır yine, sessizlik oluyor içimde...

İşte bizimkiler de çıkıyor; tribünler hareketleniyor; cd’den çalan marşlar kapatılıyor. Sıra taraftara geliyor; o akşamın en anlamlı marşı “Yüreğimizde büyük aşkınla” sözleriyle başlıyor ve “zaferler senin ruhunda var, haydi bastır Galatasaray” ile bitiyor.
Basketbol takımımızı, Avrupa maçlarında yalnız bırakmayan, Engelsiz Aslanlar da salonda. Onlar kazanmaya fazlasıyla alışık, taraftar ara ara maçı bırakıp onları selamlıyor... Keşke diyorum, futbol takımımız da gelseymiş maça, hem Avrupa’da kazanmanın ne demek olduğunu hem de zaferlerin çok uzak olmadığını hatırlarlardı.

Evet, maç sonunda Galatasaray, 86-58’lik skorla salondan galibiyetle ayrılıyor. Grup maçlarının tamamlanmasına bir hafta kala ULEB Eurocup’ta 16 takım arasına girip, yoluna devam ediyor.

Geçtiğimiz yıl forma skandalından sonra; maçları kendi adıma boykot edip, bir es vermiştim. Gerçi benimki fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış hesabı ama, varsın öyle olsun. Bir yıllık aradan sonra basketbol takımıyla barışmak ve yeniden salonda olmak çok güzeldi. Küllenen kor, alevlenmeye başladı; yeniden şahit oldum “zaferler senin ruhunda var”.

12 Aralık 2010 Pazar

Türk Telekom Arena’dan bakınca

Bunca tozun dumanın, kırılan koltukların, kaybedilen puanların, yabancı oyunculara sırayla verilen veda plaketlerinin arasında, Türk Telekom Arena’yı ziyaret etme şansı buldum. Şu sıralar beni, Galatasaray ile ilgili sadece Aslantepe heyecanlandırıyor…

Tamamlanmamış, çamurlu, taşlı yollardan geçerken insanın kalbi biraz hevesli, biraz tedirgin, biraz umutlu ama en çok da heyecanlı atıyor. İçeri girdiğimizde kıpkırmızı koltuklar karşılıyor… Olduğum yerde şöyle bir dönüyorum, ağzımdan ilk dökülen kelimeler “vay canına” oluyor. Büyük, ihtişamlı, çok güzel, Türk Telekom Arena sadece başarı bekliyor diye geçiriyorum aklımdan. O anda işte içim burkuluyor, sanki bir el beni rüyadan çekip çıkarıyor. Takımın haleti ruhiyesi geliyor aklıma, neyse diyorum, şu anın tadını çıkaralım, kovuyorum düşünceleri.

Tüm katları büyük bir iştahla çıkıyorum, her köşeden bakıyorum. Sahaya yakın olmak, en tepeden bakmak; korner köşelerinde sahaya göz atmak; saha her açıdan çok güzel görünüyor. Kör nokta yok Türk Telekom Arena’da; her basamak sahanın ayrı bir açısını ve güzelliğini gösteriyor. Uzun sürmüyor düşüncelerin dönüşü, tek eksiği başarı diyorum; kazanılacak zaferler, son dakika kaçırılacak maçlar… Milan Baros’un hırsla topun peşinden koşuşu eksik, Harry Kewell’ın akıl dolu pasları, Sabri’nin ne kadar çıldırsakta, kötü bir şutun ardından geri geri mevkisine koşuşu eksik. Türk Telekom Arena’nın ruhu eksik, hikayeleri eksik, taraftarı eksik… Kusursuz bir Stanley Kubrick filmi gibi Türk Telekom Arena. İlk maçla birlikte, Galatasaray’a taze kan; yeni filme başrol oyuncusu; olmasını diliyorum. Sabırsızlıkla ve umutla açılış gününü bekliyorum.

Bir notum var: Ali Sami Yen’e ilk gittiğim günü dün gibi hatırlıyorum. Mecidiköy’ün telaşına alışkın değildim, çok karmaşıktı, herkes bir yerlere koşturuyordu, marşlar söyleniyordu. Yeni Açık’ın merdivenlerini çıkıp kendimi stada bakarken bulduğumda, Sami Yen’in yeşil çimleri beni büyülemişti. O gün Galatasaray kazanmıştı. Yıllar geçti; son derbide, Beşiktaş maçındaydım; Galatasaray kaybetmişti. Ama hiçbir şey değişmemişti yeşil çimler hala büyüleyiciydi.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Futbol Hayattır Teorileri 4


Bazen uzaktan vedalaşmak en iyisidir. Hoşçakal...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Futbol Hayattır Teorileri 3



Çok sevsek, hiç istemesek... Yine de bir yerde bir şekilde, birilerinden ayrılmamız gerekebilir; bazen de ayırırlar, hiç sormadan...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Rengarenk Galatasaray


Herşey Harry Kewell’ın gelmesiyle birlikte sırtına geçirdiği, turuncu formamızla değişti. Sarı ve kırmızının karşımından hazırlanıp Kewell’in üzerine görünce vurulduğum turuncu formamıza hemen ısındım. Benim gibi sarı ve kırmızı karışımına, parçalıya hayran bir Galatasaraylı’nın bile kalbini çeldi turuncu forma. Sonrasında ise her sezon bir alternatif renk ile çıktı oyuncularımız karşımıza; mor, mercan, bej... Sanırım önümüzdeki yıllarda hız kesmeden devam edecek bu uygulama.


Yıllarca, Ali Sami Yen’in Liverpool tribünleri gibi sadece kıpkırmızı olmasını isteyen ben, şimdi rengarenk Galatasaray kavramını yadırgamıyorum. Store’a girince, formalarımızın renk çeşitliliğini görüp, gülümsüyorum. Gökkuşağı gibi rengarenk formalarımız, bana çeşitliliği, çok sesliliği, hoşgörüyü çağrıştırıyor... Umarım hayal kurmuyorumdur!

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Koca dünya bir topun peşinde koştuk



Futbol ile dolu bir ayın ardından, aklımızda; jabulani, vuvuzela, ahtapot Paul kaldı…

2010 dünya kupasına; jabulaniyi tartışarak, vuvuzelanın ne çekilmez bir şey olduğunu konuşarak başladık. Kupa bitti; halen futbol konuşmuyoruz. Dört yılda bir olan futbol ayinini izledik ama popüler kültüre yenik düştük. Taktik, teknik, goller, çalımlar bir yanda; kupa İspanya’da kaldı ama biz daha futbola dair düşünceler oluşturamadan dünya kupasıyla vedalaştık.

Yıl boyu izlediğimiz turnuvaların ve İspanya, İngiltere, Almanya lig maçlarının etkisi mi, futbolun artık belirli kalıplar içinde oynanması mı, oyuncuların hareketlerinin üç aşağı beş yukarı tahmin ediliyor olması mı? Herkesin elbette bir yanıtı vardır ama bu dünya kupası asidi kaçmış kola gibiydi.

Güney Afrika, Uruguay, ABD ve Almanya dışında bu kupayı hatırlayacak, ülke sayısı azdır. Güney Afrika, ev sahipliğinden, Uruguay Forlan’ın fantastik oyunuyla elde ettiği dördüncülükten, ABD futbolda da söz sahibi olacağını cümle aleme göstermesinden; Almanya ise genç jenerasyonuyla ve oynadıkları futbolla gurur duymalarından dolayı 2010 yılını unutmayacak. İspanya ve Hollanda tarafından zaten hep hatırlanacak.

Artık futbol teknoloji ile tanışmalı

Bu dünya kupasının çekim ve görüntü kalitesi açısından bir milat oldu. Özellikle ağır çekimlerde her ayrıntının gözler önüne serilmesi, artık teknolojinin futbolu da güzelleştirdiği gösterdi. Belki futbolun karar mercileri, buna istinaden teknolojinin futboldaki kullanımını biraz da olsa artırmayı düşünebilirler. En azından hakem hatalarını azaltmak adına, hiç olmadı topun gol çizgisini geçip geçmediğini anlamak için teknolojiye başvurabilirler. Turnuva topunu teknolojinin nimetlerinden yararlanıp tasarlamak ve üretmek pek bir fayda ve anlam taşımıyor. Aksine turnuvanın başlamasına yakın, takımlara dağıtılan bu toplar hem kalecilerin hem de oyuncuların işini zorlaştırıyor.

Her maç defile gibiydi

Çekim kalitesi gibi formalar da övgüyü hak ediyordu. Formalar, sanki modacıların elinden çıkmıştı, hepsi birbirinden güzeldi. Stadyumlar oldukça etkileyiciydi, turnuvadan sonra yeterince kullanılmayacak olmaları üzücü. Evet, turnuvanın atmosferi gayet güzeldi… Ta ki televizyonun sesini açana kadar, vuvuzelayla birlikte büyü bozuluyordu. Futbolu futbol yapan, tezahüratın yerini vuvuzela alınca; stadyumlar bir arı kovanına dönüştü. Neredeyse tüm maçları ekran başında izleseniz de o sese alışılmıyor. Gelenektir, kültürdür diyip yasaklanmadı ama futboldaki taraftar olgusunu da yerle bir etti. Umarım önümüzdeki yıllarda, futbol maçlarında vuvuzela sesi duymayız.

Maradona ve Arjantin’e dair

Futbol dünyası, Maradona’yı hatalarıyla sevdi; “Tanrı’nın Eli” ile başlayan hatalar zincirine rağmen Maradona ismi albenisinden bir şey kaybetmedi. Ülkesine dönen Arjantin milli takımını yaklaşık 15 bin kişi karşıladı, bu kalabalıkta hakim hava Maradona coşkusuydu. Maradona’nın milli takımın başında yola devam etmesini istiyorlardı, çünkü Maradona; futbolun hatalarıyla birlikte mucizelerini de simgeliyor. Yıllar geçse de kimse mucizelere inanmaktan vazgeçmek istemiyor.



Ama Arjantin’in elenmesi, ben dahil, bütün futbol romantiklerini derinden yaraladı. Vuvuzelaya rağmen kollarındaki saatler ve elinden bırakmadığı tespihiyle Maradona’yı izliyorduk. Hep aynı kadroyla oyuna başlaması, Milito’ya burun kıvırmasına aldırmadan, gri takımının içinde Maradona kupayı kaldırsın istiyorduk. Taca çıkan topu sektirip sahaya yolladığında tribünlerden yükselen sese, bizler de eşlik ediyorduk. Hatalarıyla seviyorduk Maradona’yı… Arjantin elenince anladık; 2010’da sürpriz olmayacaktı, kupa yavaş yavaş İspanya’ya gidiyordu. Biz romantikler, İspanya hak etmeyeceğinden değil; içimizdeki Maradona sevgisinden, biraz da muzice isteğinden, Arjantin elenince başımızı eğdik.




Bu dünya kupası sistemli takım oyununun zaferiyle sonlandı; “Barcelona yarısı” İspanya mutlu sona ulaştı. Messi’den yeni bir Maradona doğmadığı gibi, yıldız oyuncuların çoğu havlu attı. Ronaldo, Rooney, Drogba ve Ribery gibi yıldızlar kariyerlerine oldukça başarısız bir dünya kupası eklediler.

Bizler için ise, belki futbol açısından unutulmaz bir dünya kupası değildi. Ama bu turnuvanın simgeleriyle tarihte yerini aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Umarım bu simgelerden biri olan vuvuzela, sadece acı bir hatıra olarak kalır.

3 Haziran 2010 Perşembe

Bob Dylan’a selam olsun

Mızıkasıyla konuşan adam, çatallı sesi ve güçlü müziği ile Bob Dylan, mayısın son akşamı, Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda, sahne aldı.

Bu konser öncesi gayet sakindim, günleri geri saymadım ya da Bob Dylan albümlerini başa alıp alıp dinlemedim. Hatta işten çıkıp konser için yola koyulduğumda Mor ve Ötesi’nin Masumiyetin Ziyan Olmaz albümünü dinleyeme başladım. Pek eşine rastlanır bir durum değildi bu sakinliğim. Ta ki Harbiye’nin başında bir telaş aldı beni, şaka değildi, Bob Dylan ile buluşmaya gidiyordum.

Açıkhavanın etrafında halen bir inşaat telaşı var, mini mini inşaat araçlarının arasından geçerek mekana ulaşılıyor. Çaresizce bilet ihtiyacını kağıtlara yazıp havaya kaldıranlar, heyecanı gözlerinden okunan bir kalabalığın arasında rahatlıkla seçiliyordu. Mekan etrafında birileri tezgah açmış; Bob Dylan tişörtleri satıyordu, içerde orijinal ürünler el yakarken burada gayet makul fiyatlara talep fazlaydı.

İşte, beklenen an geldi... Mekan dolmadan, telaşlı ve geç kalanlar yerlerini ararken 21:05’te Bob Dylan boy gösterdi sahnede ve 22:55’de veda etti. Bu arada zaman su gibi akıp geçti. Özellikle Master Of War, Like A Rolling Stone ve Just Like A Woman’ı canlı canlı dinlemek büyük bir zevkti. Bir öğretmen edasıyla yavaş yavaş, ısrarla uğraştı; sonunda bizlere nakaratı söyletmeyi başardı; hep bir ağızdan bağırdık: “Just Like a Woman” diye.

Saat 23:00’a doğru bir ara, ekip sahneden ayrıldı, ben ara verdiler diye düşündüm; içecek birşeyler almak için yerimden doğruldum. Merdivenler birden dolmaya başladı, allah allah insanlar nereye gidiyorlar dedim kendi kendime. Sonra kalanlar çılgınca alkışlamaya başladılar; evet evet kalabalık bis istiyordu. Ama ara vermediler mi? Daha 23:00 bile olmadı şeklinde düşünceler aklımda dolaşırken; ekip sahnede tekrar boy gösterdi. Rahatladım, araymış, daha çalacaklar bir dolu şarkı derken; ben diyim bir, siz diyin iki şarkı sonra Bob Dylan ve ekibi bizleri selamlıyordu. Ardından Bob Dylan arkadaşlarına başıyla bir hadi işareti yaptı. Ben işte, yeni şarkılar geliyor derken, sahne arkasına geçtiler ve tüm ısrarlara rağmen bir daha çıkmadılar. Bana da Bob Dylan’ın sesine ve nefesine sağlık; kalsaydı bir kere daha mızıkasıyla mest etseydi demek kaldı. Böylece İstanbul, 21 yıl aradan sonra Bob Dylan ile tekrar vedalaştı.

Bir eksik vardı ama neydi bilemedim

Ekibini bir kez tanıtan Bob Dylan dinleyicilere de bir kere seslendi. Bakıldığında davulun, gitarların ve mızakanın Bob Dylan’ın sesinin uyumu muhteşemdi. Hele o davul ve elektro gitar, ancak bu kadar güzel çalınabilirdi. Ama gelin görün ki, konserle ilgili bir boşluk vardı. Bunun nedeni; çok hareketli parçaların, hızlı hızlı çalınması ve Dylan’ın pek söz almaması mıydı? Ya da geçen yılki Leonard Cohen performansının, bütün dengeleri altüst etmesi miydi? Yanıtı gerçekten bilmiyorum; tıkır tıkır işleyen konsere, güçlü müziğe rağmen bir baharat eksikti.

Şu fani hayatta Bob Dylan’ı bir kuşak daha canlı canlı İstanbul’da dinledi ve müziğinin gücüne, enerjisine hayran oldu. Bu yaz İstanbul’u konser anlamında hareketli günler bekliyor; siftahı Bob Dylan ile yaptık; kapanış için ise Eylül ayında U2’yu bekliyoruz.

Merak edenler için açıkhavada yankılanan şarkılar

Rainy Day Women 12&35

Lay, Lady, Lay

I’ll Be Your Baby Tonight

Stuck Inside Of Mobile With The Memphis Blues Again

Just Like A Woman

A Hard Rain’s A-Gonna Fall

Cold Irons Bound

Most Likely You Go Your Way (And I’ll Go Mine)

Spirit On The Water

Highway 61 Revisited

Masters Of War

Thunder On The Mountain

Like A Rolling Stone

All Along The Watchtower

Tanrı Messi’yi korusun


X-men, yapay zeka ya da uzak uzak galaksilerden dünyamızı gelen bir uzaylı olduğunu düşüne duralım... Messi, savunma oyuncuları için çaresizlik, takım arkadaşları için güvence, Barcelona için gol demek.

Herhangi bir Barcelona maçında, herhangi bir rakibe karşı Messi’nin attığı golden sonra spiker ne diyeceğini bilemiyor. Gol dese, olmuyor; şahane, dese yetmiyor; anlatmaya çalışsa tarifsiz kalıyor; işte bu yüzden, spiker avazı çıktığı kadar haykırıyor: MESSİ, MESSİ, MESSİİİİİİİİİİİİİ… Çünkü Messi’nin attığı bir golden sonra, insan futbolu sorguluyor. Pele ve Maradona’yı düşünüyor, bırakalım artık Cristiano Ronaldo’yu. Messi diyince aklımıza Pele ve Maradona geliyor. Sanki Futbol Üç’lemesinin eksik filmi tamamlandı, Messi vizyona girdi. Pele’yi, Maradona’yı kaçıran kuşaklar için Futbol Tanrı’ları bize Messi’yi gönderdi.

Arjantin’den Barcelona’ya gole giden yolculuk

Lionel Messi, Che Guevara gibi Rosario’da, 24 Haziran 1987’de futbolu din gibi gören bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Beş yaşında Grandoli’de futbol oynamaya başlayan Messi, üç yıl sonra 1995’te Newell’s Old Boys (Nyuls) kulübüne transfer oldu. Rosario şehrinin en eski ve olanakları en fazla olan kulübüydü. Messi’nin bundan sonraki hedefi River Plate’ti. Fakat işler beklendiği gibi gitmedi. River Plate’te transfer öncesi yapılan rutin testlerde Messi’de hormon eksikliği ve büyüme hormonlarıyla ilgili bir problem olduğu ortaya çıktı. River’ın teknik ekibi Messi’nin boyunun 1.40 cm’i geçmeyeceğini ön gördüler. Evet, 11 yaşındaki Messi için bir tedavi vardı ve aylık 900 doları gözden çıkarmak gerekiyordu. Bu maliyetin altından kalmayacaklarını söylen River Plate yetkilileri, Avrupa kulüpleriyle bağlantıya geçilmesini önerdiler, belki de Messi’nin geleceğini hazırladılar.

Aradan geçen iki yılın sonunda Arjantin için işler pek iyi gitmiyor, ülke ekonomik sıkıntılarla boğuşuyor, kara bulutlar dolaşıyordu. Messi adına ise, yeni bir dönem başlıyor, Barcelona’ya seçmelere katılmaya gidiyordu. Barcelona’da Messi’yi keşfeden Charly Rexach, “Daha önce böyle bir şey görmemiştik” diyerek, Messi’nin ne kadar özel olduğunun bir kez daha altını çiziyor. Ve Messi’nin Barçalı günleri başlıyor. Messi, resmi olmayan ilk maçında, 2003'te FC Porto’ya karşı oyuna girdi. Bir yıldan kısa bir zaman sonra Frank Rijkaard, Espanyol karşısında Messi’ye forma şansı verdi ve Messi 17 yaşında ilk resmi maçına çıktı.

Barça’daki ilk maçları kadar önemli bir diğer maçı ise, Manchester United ile oynanan 2009 Şampiyonlar Ligi finalidir. 1.70 cm’lik boyuyla Messi, o maçta bir kafa golü attı ve fiziksel olarak kendini eleştirenlere de gereken cevabı verdi. Bu maç kariyerinin kırılma noktasıydı, ama Messi’yle ilgili kafasında soru işaretleri olanlar halen var. Başarısını Barcelona dışında bir takımda sürdürebilir mi ya da Messi’yi “Messi” yapan Barça’nın fantastik oyunu mu gibi sonu gelmez sorular akıllarda dolaşıyor.

Messi eşittir gol

Bunları sorgulayanlar çok önemli bir noktayı atlıyorlar. Messi futbol oynamayı çok seviyor, bunu bir iş olarak görmüyor, tevazu ile oynuyor. Bir gol atsa, ikincisi için uğraşıyor, ardından üçüncü, bu böyle sürüp gidiyor, hiç vazgeçmiyor; çünkü oynamayı seviyor. Bu yüzden üzerindeki formayı, takım arkadaşlarını değiştirsek de tek bir hedefe koşuyor. Messi gole gidiyor… Messi topu ceza sahasında ayağına aldığında rakip takımdan üç kişi etrafını sarıyor, Messi kendine bir boşluk buluyor ve onlardan sıyrılıyor, ya gol atıyor ya gol attırıyor.

Eski ve yeni buluşuyor

Futbol hızla değişiyor, siyah beyaz maçlara gitmeye gerek yok, son yıllarda bile görebiliriz bu değişimi, artık 10 numaranın gerekliliğini sorguluyor, takım oyunundan, çok pastan, top kontrolünün öneminden söz ediyoruz. Kolektif futbol dile gelmeden, endüstriyel futbol bilinmezken, henüz bizler çocukken; futbolda bireysel yetenek demek her şeydi. Maradona ayağına topu alıp dikine oynar ve kaleciyi de çalımlardı. O golleri izlerken ağzımız halen açık kalıyor. Şimdi çok paslı, sonunun gol olacağını belli olan pozisyonlar kadar seviyoruz Maradona’nın gollerini izlemeyi. İşte Messi, hem geçmişin yetenek merkezli futbol anlayışını hem de takım oyununu temsil ediyor. Topu sol sağ ayağında çeviriyor, neredeyse kendisiyle paslaşıyor, ceza sahası içinde rakibini çaresiz bırakıyor ve fileleri havalandırıyor. Top Messi’ye sonsuz bir teslimiyetle itaat ediyor, çünkü Messi tartışmasız günümüzün en önemli futbol ilahı.

Bu yüzden, Messi’yi Barcelona dışında bir takıma koysanız da; akıl dolu gollerini atar, akıl dolu paslarını verir; her golden sonra yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kafasını iki yana sallar. İki işaret parmağıyla gökyüzünü gösterir ve takım arkadaşlarıyla kucaklaşır.

Goller, ödüller, kupalar… Şimdi sırada 2010 Dünya Kupası var. Messi son iki yılda yaptıklarıyla diğerlerinden çok farklı olduğunu gösterdi. Dünya Kupası’nda Arjantin Milli Takımı ve Maradona ile birlikte yapacaklarını herkes merak ediyor. Tanrı Messi’yi korusun ve dünya kupasında onu doya doya izleyebilelim.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Bazen kazandığını sanırsın


Fenerbahçe-Beşiktaş maçının özetini izlediğimde, eski zamanlara, üç korner bir penaltılı çocukluğuma gittim. O zamanlarda çocuk aklımızla bile böyle birşey yapmıyorduk. Bu işten ekmek yiyen bir profesyonelin, bunu yapması ve bunun savunulması inanılır gibi değil. Bilica, maçı kazandı belki, ama çok şey kaybetti. Bazen kazansan da, kaybetmiş sayılırsın.

Bilica artık, her maça yenik başlayacak, önce beraberlik golünü arayacak. Bu kazı çalışmasından belki petrol çıkar ama, hayatta eşitlik golünü biraz zor bulur.

13 Nisan 2010 Salı

Bir Arda Turan meselesi

Galatasaray'ın Ali Sami Yen'deki son iki maçına bakalım.

Galatasaray-Diyarbakırspor maçında, pankartlar ters asıldı, oyuncular tribüne çağrılmadı, Leo Franco yedek kulübesinde oturdu... Baros aylar sonra ilk 11’de başladı...

''Kimisi gece alemlerinde, kimisi sinema peşinde. Galatasaray ruhu yok hiçbirinde, düşmüşler paranın peşine. Söyleyin sizden çok mu şey istedik. Formanın hakkını verin dedik. Biz 14 sene bekledik. Sizin gibi ruhsuz görmedik'' tezahüratı ilk kez yapıldı…

Leo Franco, yedek kulübesinde mahçup bir şekilde oturdu. Jo, iki yanında rakip oyuncu, karşısında kaleci varken, hakem oyunu durdurmuşken herşeye rağmen topun peşinde koştu.

Fenerbahçe maçında yenilen golden sonra Galatasaray tribünleri, kalecileri Leo Franco’yu neredeyse 20 dakika boyunca ıslıkladı, yetmedi yuhaladı.

Yenilen golün ardından dut yemiş bülbül gibi oturdular, sesleri çıkmadı. Ya da çıkan ses bize yetmedi, arzu istek yoktu. Derbinin stresi tribünleri kaplamıştı, takımı ateşeleyecek tek bir marş söylenmedi.

AMA oyuncular çıkıp da tribünleri eleştirmedi.

Şimdi iki maçın ardından; çıldırıp, gözümüzün bebeği olarak nitelediğimiz Galatasaray’ı protesto etmek de nerden çıktı? Geçen yıl, hazır olmadan oyuna giren, kiloları yüzünden zaten koşamayacağı belli olan Hasan Şaş’ın geçmişini yoksayıp yuhalayan Sevgili Galatasaray taraftarı; ArdaTuran’a laf söylerken bir dur, düşün!

Son iki maçın ve protestoların ardından, ne Leo Franco ne de Jo kaldı; bizim medyamız başladı Arda Turan’ı yazmaya. Elimizde bir Arda Turan meselesi kaldı. Sevgili Galatasaray taraftarı bari sen Arda turan’ı medyaya malzeme yapma.

TAMAM, Arda Turan’a dokunulmazlık verilsin, pamuklara sarılsın, ne yaparsa yapsın kimse gıkını çıkarmasın demiyorum. Ama her zaman da günah keçisi yapılmasın!

Eminim, Arda Turan Avrupa liginde başarılı olmayı da Fenerbahçe’yi yenmeyi de hepimizden (hepinizden) çok istedi. Fakat bazen istemek yetmiyor, çok istemek de yetmiyor.

İşte bu yüzden, “bize her sevdadan geriye kalan Galatasaray”a sırt çevirmeyelim (çevirmeyin).

NOT: Bu yıl protesto edilmesi gereken tek bir şey vardı, o da Galatasaray Basketbol takımının kendi yönetimi ve teknik ekibi tarafından katledilmesi. Galatasaray tribünleri bu konunun üzerinde yeterince durmadı.

27 Mart 2010 Cumartesi

Futbol Hayattır Teorileri 2

Kayıp zaman oynanıyordu, maç bir gidiyor bir geliyordu, hayat vurdu direk dibinden gol oldu...

(Gayrettepe'den Mecidiyeköy'e yürürken, Feridun Düzağaç'ın FD7 albümünden Ağır Ağır şarkısı eşlik ediyordu - 25 Mart 2010)

19 Mart 2010 Cuma

Futbol Hayattır Teorileri 1


Bazı günler kendinizi, Barcelona'ya karşı oynuyormuş gibi çaresiz hissedersiniz.

(Barcelona-Stuttgart Şampiyonlar Ligi Maçını İzlerken - 17 Mart 2010)


8 Mart 2010 Pazartesi

Hurt Locker: 6 Avatar: 3


Aman Tanrım! Bir şavaş filmi çekiyorsun; Oscar töreninde 6 ödül alıyorsun; bir kere bile, bir kere bile ölen sivillerle ilgili tek kelime etmiyorsun. Sürekli askerlerimiz, Irak’takiA fganistan’daki askerlerimiz, askerlerimiz, askerlerimiz… Askerlere bir methiye miydi Hurt Locker? İnsan bir kere bile kınamaz mı savaşı; son bölümde bir ekleme yapıldı, ah dedim şimdi şimdi, bari şimdi. Ama bu kez de bütün üniformalılara teşekkür edildi, peki ya ölen siviller? Gece boyunca bunun şaşkınlığını yaşadım… Hurt Locker’ın bütün ekibi savaşın tuzağına düşmüş gibiydi… Keşke Avatar alsaydı Oscar’ı.

Bu yılın benim için tek kazananı Sandra Bullock. Up ve Inglourious Basterds’a sevgiler… Star Trek'e selam olsun!

2010'un Kazananları

En İyi Film
The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak

En İyi Yönetmen
Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)

En İyi Erkek Oyuncu
Jeff Bridges (Crazy Heart)

En İyi Kadın Oyuncu
Sandra Bullock (The Blind Side)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Christoph Waltz (Inglourious Basterds)


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Mo'Nique (Precious)

En İyi Animasyon
Up (Pete Docter)

En İyi Orijinal Senaryo
The Hurt Locker (Mark Boal)

En İyi Uyarlama Senaryo
Precious (Geoffrey Flesher)

En İyi Yabancı Film
El Secreto de sus Ojos (Arjantin)

En İyi Görüntü Yönetmeni
Avatar

En İyi Sanat Yönetmeni
Avatar

En İyi Kostüm
The Young Victoria

En İyi Belgesel (Uzun)
The Cove (Louie Psihoyos)

En İyi Belgesel (Kısa)
Music by Prudence (Roger Ross Williams ve Elinor Burkett)

En İyi Kısa Animasyon
Logorama (Nicolas Schmerkin) A Matter of Loaf and Death (Nick Park)

En İyi Kısa Film
The New Tenants

En İyi Kurgu
The Hurt Locker

En İyi Makyaj
Star Trek

En İyi Müzik
Up

En İyi Şarkı
The Weary Kind - Ryan Bingham ve Bone Burnett (Crazy Heart)

En İyi Ses
The Hurt Locker

En İyi Ses Kurgusu
The Hurt Locker

En İyi Görsel Efekt
Avatar

4 Mart 2010 Perşembe

Tugay Kerimoğlu ile yeniden

Tugay Kerimoğlu, Galatasaray’ın güçlü zamanında kimseye eyvallah etmeden gitti. Daha sonra milli takımı bıraktı; bakıldığında Türkiye’de sırt çevrilip hakkında atıp tutmaya çok müsait hamlelerdi bunlar. Ama Tugay, yurtdışında o kadar başarılı oldu ki, kimse sesini çıkaramadı, istemeden de olsa birçok lafı yuttular.

Adnan Polat’ın son dönemlerde Barcelona modeli diye yaptığı icraatların sonuncusu Tugay Kerimoğlu’nun Galatasaray alyapısının başına getirilmesi. Umarım bu gerçek anlamda Barcelona modelinin hayata geçirilmesi için atılan bir adımdır. Yoksa Tugay’ın seçim kampanyası olarak kullanılması hepimizde büyük bir hayalkırıklığı yaratır. Gerçi Tugay Kerimoğlu’nun şu ana kadar çizdiği profil kendisini kullandırmayacağı yönünde. Umarım Tugay uzun yıllar altyapının başında kalır ve Galatasaray’da Futbol Akademisi Koordinatörü olarak görev yapan Hollandalı teknik adam Jan Derks ile güzel işler çıkarır. Florya’dan yeni Tugaylar çıkması dileğiyle…

26 Şubat 2010 Cuma

Avrupa sevdası başka bahara kaldı


Ali Sami Yen’deki son sezonda tüm taraftar, Avrupa’da zafer yaşamak istiyordu, dün her şey hazırdı. Ama bu güzel tabloyu tur ile taçlandıramadık. Maç sonu Galatasaray:1-Atletico Madrid:2.


22 Şubat 2010 Pazartesi

And the Oscar goes to...

Bu yıl kimin Oscar alacağından çok Alec Baldwin ile Steve Martin'in törende neler yapacağını merak ediyorum. Hugh Jackman, geçen yıl çıtayı baya yükselti, bu yüzden Alec Baldwin ve Steve Martin’e çok iş düşecek.

İlgilenmiyormuş gibi görünsem de hafif hafif meraklanmaya başladım, filmleri izledikçe de; benim kazananlarım netleşiyor. Bakalım akademi kimleri sevindirecek?

İşte adaylar:

En İyi film


The Hurt Locker / Ölümcül Tuzak


Avatar


An Education


District 9 / Yasak Bölge 9 


The Blind Side


Inglourious Basterds / Soysuzlar Çetesi


A Serious Man


Up / Yukarı Bak


Up in the Air / Aklı Havada


Precious: Based on the Novel Push by Sapphire


En İyi Yönetmen

James Cameron (Avatar)


Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)


Quentin Tarantino (Inglourious Basterds)


Lee Daniels (Preciosus)


Jason Bateman (Up in the Air)


En İyi Erkek Oyuncu


Jeff Bridges (Crazy Heart)


George Clooney (Up in the Air)


Colin Firth (A Single Man)


Morgan Freeman (Invictus)


Jeremy Renner (The Hurt Locker)


En İyi Kadın Oyuncu

Sandra Bullock (The Blind Side)


Helen Mirren (The Last Station)


Carey Mulligan (An Education)


Gabourey Sidibe (Precious)


Meryl Streep (Julia & Julia)




En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu


Matt Damon (Invitus)


Woody Harrelson (The Messenger)


Christopher Plummer (The Last Station)


Stanley Tucci (The Lovely Bones)


Christoph Waltz (Inglourious Basterds)


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu


Penelope Cruz (Nine)


Vera Farmiga (Up in the Air)


Maggie Gyllenhaal (Crazy Heart)


Anna Kendrick (Up in the Air)


Mo'Nique (Precious)



En İyi Animasyon

Coraline (Henry Selick)


Fantastic Mr. Fox (Wes Anderson)


The Princess and the Fog (John Musker and Ron Clements)


The Secret of Kelles (Tomm Moore)


Up (Pete Docter)


En İyi Orijinal Senaryo

The Hurt Locker (Mark Boal)


Inglourious Basterds (Quentin Tarantino)


The Messenger (Alessandro Camon ve Oren Moverman)


A Serious Man (Joel Coen ve Ethan Coen)


Up (Bob Petersan, Pete Docter)


En İyi Uyarlama Senaryo


District 9 (Neil Blomkamp and Teri Tatchell)


An Education (Nick Hornby)


In the Loop (Jesse Armstrong, Simon Blackwell)


Precious (Geoffrey Flesher)


Up in the Air (Jason Reitman, Sheldon Turner)


En İyi Yabancı Film

Ajami (İsrail)


El Secreto de sus Ojos (Arjantin)


The Milk of Sorrow (Peru)


Un Prophete (Fransa)


The White Ribbon (Almanya)


En İyi Görüntü Yönetmeni

Avatar


Harry Potter and the Half-Blood Prince


The Hurt Locker


Inglourious Basterds 


The White Ribbon




En İyi Sanat Yönetmeni

Avatar


The Imaginarium Of Doctor Parnasus


Nine


Sherlock Holmes


The Young Victoria


En İyi Kostüm


Bright Star


Coco Before Chanel


The Imaginarium Of Doctor Parnasus

Nine


The Young Victoria




En İyi Belgesel (Uzun)

Burma VJ (Anders Østergaard)


The Cove (Louie Psihoyos)


Food Inc. (Robert Kenner and Elise Pearlstein)


The Most Dangerous Man in America: Danniel Ellsberg and the Pentagon Papers (Judith Ehrlich and Rick Goldsmith)


Which Way Home (Rebecca Cammisa)


En İyi Belgesel (Kısa)

China's Unnatural Disaster: The Tears of Sichuan Province (Jon Alpert ve Matthew O'Neill)


The Last Campaign of Governor Booth Gardner (Daniel Junge ve Henry Ansbacher)


The Last Truck: Closing of a GM Plant (Steven Bognar ve Julia Reichert)


Music by Prudence (Roger Ross Williams ve Elinor Burkett)


Rabbit à la Berlin (Bartek Konopka ve Anna Wydra)


En İyi Kurgu

Avatar


District 9


The Hurt Locker


Inglourious Basterds


Precious: Based on the Novel 'Push' by Sapphire


En İyi Makyaj

Il Divo


Star Trek


The Young Victoria


En İyi Müzik

Avatar


Fantastic Mr. Fox


The Hurt Locker

Sherlock Holmes


Up




En İyi Şarkı

Almost There - Randy Newman (The Princess and the Frog)


Down in New Orleans - Randy Newman (The Princess and the Frog)


Loin de Paname - Reinhardt Wagner, Frank Thomas (Paris 36)


Take It All - Maury Yeston (Nine)


The Weary Kind - Ryan Bingham ve Bone Burnett (Crazy Heart)


En İyi Ses

Avatar


The Hurt Locker


Inglourious Basterds


Star Trek


Up


En İyi Görsel Efekt

Avatar


District 9


Star Trek


En İyi Kısa Animasyon


French Roast (Fabrice O. Joubert)


Granny O'Grimm's Sleeping Beauty (Nicky Phelan ve Darragh O'Connell)


The Lady and the Reaper (Javier Recio Gracia)


Logorama (Nicolas Schmerkin)
A Matter of Loaf and Death (Nick Park)