27 Aralık 2009 Pazar

Gerçek yarış şimdi başlıyor


Mercedes GP yola bir efsane ile koyuluyor

Hayatta olacak şey var, olmayacak şey var… Yukarıdaki fotoğrafı bundan bir ay önce aklımdan geçirseydim; işte bu olmayacak şey derdim. Ama oldu; Michael Schumacher artık Mercedes logosu altında yarışacak.

Formula 1 tarihinin unutulmazı Shumi, Ross Brawn ile birlikte yeni bir efsane yaratma çabasında. Geçmiş deneyimlerimiz, bunu başarmalarının çok da zor olmayacağını söylüyor. Hayat artılar ve eksilerden oluşan karar verme süreçleriyle dolu; Michael Schumacher’in Ferrari’den Mercedes’e geçişinin öyküsünü dinlemeyi, okumayı çok isterim. Ne gibi gelgitler yaşadı, kıpkırmızıdan griye nasıl geçti? Bu karar bana, bu sporun temelinde sadece ve sadece tutku olduğunu bir kez daha gösterdi. Pilotlar yarışmak istiyor, kazanmanın hazzı peşlerini bırakmıyor… Her bitiş onlar için yeni bir başlangıcı simgeliyor. Şimdi gönül istiyor ki, Mika Hakinken de buyursun gelsin; Shumi ile birlikte tam gaz yol alsın.


Fernando Alonso’ya karşı yerini sağlamlaştırmak isteyen bir Felipe Massa’nın mücadelesi; Jenson Button ve Lewis Hamilton ikilisinin yapacakları bu yıl Formula 1’nin albenisini arttırmıştı. Ama Michael Shumacher’in dönüşü; Ferrari taraftarların kafasını karıştırsa da gerçek yarışın tekrar başladığını işaret ediyor. Bakalım neler olacak?

3 Aralık 2009 Perşembe

Yılın en hızlısı Jenson Button

Kariyerinin belki de en unutulmaz yarışmalarına imza atan ve ipi göğüsleyen Jenson Button, Brawn GP ile 2009 yılının Formula 1 şampiyonu oldu. Ardında Sebastian Vettel ve takım arkadaşı Rubens Barrichello’yu bıraktı. Rubens Barrichello ile aldıkları puanlar da Brawn GP’ye markalar şampiyonluğunu getirdi.

Bu yıl ilk 7 yarışın 6’sını kazanarak sezona rüzgar gibi başlayan Button, Formula 1 pistine ilk kez, 2000 yılında Williams ile çıktı. Sırasıyla Benetton, Renault, Bar-Honda, Honda ile yarıştı. Jenson Button, 2009 yılında Brawn GP’nin koltuğuna oturdu. Ross Brawn’un takımında yeniden doğan Jenson Button, 2010 yılında 6 yarış birinciliği ve 4 pole pozisyonu ile yıllardır kendisinden beklenen patlamayı yaptı.
Jenson Button, kariyerinin en önemli dönemine başlayacak ve 2010 yılında McLaren Mercedes adına yarışacak. McLaren Mercedes’in yıllardır kurmaya çalıştığı takım, Lewis Hamilton ve Jenson Button ile tamamlandı. Button, artık güçlü bir otomobil ve teknik ekip ile neler yapabileceğini göstermeye hazır. Button’ın şampiyonluk apoletinden dolayı, yeni yarış sezonunda, Felipe Massa ve Fernando Alonso’nun Ferrari’sine karşı, McLaren Mercedes bir adım da olsa önde.



Bu yılın en önemli isimlerinden birisi de, Ross Brawn’idi. Brawn GP ile F1’e Michael Schmacher’in ardından yeni bir soluk getiren Ross Brawn istediğinde ne kadar büyük işlere imza atabileceğini gösterdi. Ama Ross Brawn’ın dehası ile ortaya çıkan Brawn GP, sezon sonunda Mercedes’e satıldı ve ilk yılında duble yaparak F1 tutkunları için ufak çapta bir efsane oldu.


Önümüzdeki yıl, Ross Brawn’un Mercedes motoru ile neler yapacağı, Kimi Raikkonen’in pistlerden uzak kalışı, Mercedes ve Ferrari kapışması, Michael Schmacher’in bir kere de olsa pistlere çıkıp çıkmayacağı ve Red Bull ile Sebastian Vettel’in neler yapacağı merak konusu.

Formula 1’de taşlar yerinden oynuyor

Formula 1’in yakın tarihini Michael Schumacher’den önce ve sonra diye ayırmakta fayda var. Schumi’nin Ferrari’de rüzgar gibi estiği dönemde, Bernie Ecclestone’a göre pistler tek düze ve yavandı. Kuralların değişmesi gerekiyordu, F1’de yenilenme şarttı. Michael Schumacher F1’den ayrıldı bu kez de, seyirci rakamları ve reklam gelirleri düştü. Yine yenilik gerekti ve kurallar değiştirildi; sonra tekrar, sonra tekrar… 2010’da ise benzin ikmalinin önü kesildi, teknik oynamalara gidildi ve Formula 1’e yeni bir soluk getirilmeye çalışıldı.

Yeni sezon için dilekler

Önümüzdeki dönemde ise, yenilenmenin tamamlanıp artık taşların yerine oturacağını umuyoruz. Formula 1’den Formula 2 yaratma çabalarının sona ermesini ve gerçek yarışın başlamasını diliyoruz. Kurallar, pilotlar ve markalar konusunda birkaç yıl dingin sezonlar geçirip, hızlı otomobillere odaklanmak istiyoruz. İzleyici sayısı düşüyor, rekabet azalıyor, otomobiller arasında büyük uçurumlar var şeklinde sarf edilen sözleri dikkate almadan, hız merkezli ilerlense hiç fena olmaz. Bundesliga, Premier Lig ya da o kadar uzağa gitmeden Turkcell Süper Lig’e bir göz atsak kulüpler arasındaki uçurumu görürüz. Hangimiz rakip takımın maddi durumu yetersiz diye düşünüyor ve tuttuğu takımdan, sevdiği futbolcudan vazgeçiyor ya da maçları takip etmiyor. Bu yüzden artık F1’in de yolundan şaşmadan, pistlerde ilerlemesi gerekiyor. Yeniden mücadele, hız, pilotların zeka dolu açıklamaları ve kürsüdeki gurur dolu duruşlarını konuşmaya başlamalıyız.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Frank Rijkaard'a övgü


Barcelona-Real Madrid maçı, 29 Kasım 2009 tarihinde Barcelona'nın 1-0'lık galibiyeti ile sonuçlandı.

Bu galibiyeti değerlendiren Joseph Guardiola; "Rijkaard, Barcelona'ya cesur futbolu öğretmeseydi, şu anda bu başarıdan bahsedemeyecektik" dedi.

Türkiye'nin güzide gazetelerinin spor muhabirleri ve köşe yazarlarının bu cümlenin altında yatanları biraz düşünüp anlamaya çalışmalarını tavsiye ediyorum.


6 Kasım 2009 Cuma

We love you, Hagi


Dinoma Bükreş-Galatasaray maçında, az sayıda Galatasaray taraftarı "Hagi, bize sarı desene desene desene" diye bağırıyor... Hagi de tribünden, onlara "oley oley oley" şeklinde karşılık veriyor. Çok yaşa Hagi!

2 Kasım 2009 Pazartesi

11. Bienal'in ardından



Sayın baylar, bize hep ders verirsiniz:

Aman, günah, ayıp, kötü, yanlış,

Aç karnına kuru öğüt çekilmez.

Önce doyur beni, ondan sonra konuş.

Sende göbek, bizde ahlak nedense.

Şimdi bizi iyice dinle bak;

İster şöyle düşün, istersen böyle:

Önce ekmek gelir, sonradan ahlak.

Artık vermek gerek, unutmayın sakın,

Tüm nimetlerden, payını yoksulların.

İnsan neyle yaşar?

İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan.

Soyup, dövüp, yiyip, yutarak insanları.

Yaşabilmek için hemen unutmalı,

İnsanlığı unutmalı insan.

Katı gerçek budur, kaçınılmaz

Kötülük yapmadan yaşanamaz.

Efendiler bize ahlaksız dersiniz

Kötü kadın, utanmaz fahişe

Aç karnına suçlanmak hiç çekilmez

Önce doyur beni ondan sonra söyle

Sende şehvet, bizde edep nedense

Şimdi bizi iyice dinle bak;

İster şöyle düşün, istersen böyle:

Önce ekmek gelir, arkadan ahlak.

Artık vermek gerek, unutmayın sakın,

Tüm nimetlerden, payını yoksulların.

İnsan neyle yaşar?

İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan,

Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.

Yaşayabilmek için hemen unutmalı,

İnsanlığını unutmalı insan.

Katı gerçek budur, kaçınılmaz

Kötülük yapmadan yaşanamaz.

Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’da yer alan İnsan Neyle Yaşar? şarkısının sözleriyle başlayalım istedim. Şarkının sözlerini okuyunca ve mekanlarını gezince, 11. Bienal’in Bertolt Brecht’e saygısızlık olduğunu düşünenlerin yorumlarının biraz abartı olduğuna karar verdim. Neden mi? Bienal sponsorunun bir banka ile bağlantılı olması bile eleştirildi, Bertolt Brecht nasıl olur da, bir bankanın sponsor olduğu etkinliğinin merkezine koyulurmuş? Bu eleştirileri yaparken insanlar acaba küratörlerin bu çelişkiden güç aldığını düşünmediler mi? Ve yeni dünya düzeninde karşıtların birbirlerinden daha fazla beslendiğine dikkat çekmek istediklerini düşünmediler mi? Ya ben eleştirileri anlamadım ya da insanlar bu Bienal’in son yılların en siyasi, en aktivist eserlerden oluştuğunu görmezden geldiler. Bu yıl kadın hakları ön plandaydı, eşcinsel haklarına vurgu yapan videolar çok etkiliydi. Buram buram siyaset kokan buram buram eleştiri ve isyan kokan bir Bienal’in Bertolt Brecht temalı olması sevindirici değil miydi?

Eserlerden bir demet

Bienal’de sahne alan 120 projenin hepsini burada anlatmaya çalışmak pek mümkün değil, en azından dikkat çeken birkaç eseri fotoğraflarla birlikte sizlerle buluşturmak istiyorum.

Antrepo'nun en dikkat çekici eseri Erörist Kabera (2009) Etcetera isimli bir grup sanatçı tarafından hazırlanmış. Bir tiyatro sahnesinde sanatçılar, devrimciler, entelektüeller, şişelerle, kadehlerle, çay bardaklarıyla konuşuyor ve ortaya ilginç fikirler çıkıyor.






Mladen Stilinovic, birisi Antrepo’daki diğeri de Tütün Deposu’nda olmak üzere iki eserle Bienal’de yer alıyor. Kimse Görmek İstemez (2009) isimli çalışmasında Antrepo duvarına dünyanın en zengin üç kişisinin, en fakir altı yüz milyon kişisine eşit mal varlığına sahip olduğu gerçeğini temel alıyor. Tütün Deposu’ndaki Yemekli Çalışmalar ile de parayla kaplı bir ekmek, farklı renklerle parçalara ayrılmış tabaklar fakirlik, açlık kavramlarını merkeze taşıyor, tıpkı Bertolt Brecht gibi.




Wafa Hourani’nin Antrepo’nn girişinde yer alan kent maketi Kalendiye 2087 ismini taşıyor. Kalendiye askeri noktası ve mülteci kampının üçüncü tasviri. İşgalin hissedildiği ilk iki versiyonun aksine bu kentte ne kontrol noktası ne de işgalden izler var.



Tütün Deposu ve Rum Okulu’nun en güzel eserlerinden birine imzasını atan Vyacheslav Akhunov’du. Tütün Deposu’nda sergilenen 1 m2 (2007), bir metrekarelik alanda kibrit kutularıyla yapılmış bir eser. Kibrit kutuları sanatçının 1976-1991 arasında tuttuğu çok sayıda günlükten ve albümlerden alınmış küçük boy röprodüksiyonlarıyla, desenleriyle ve planlarıyla süslenmiş. Uzaktan bakıldığında tek tip gibi görünen bu kutular yakından bakıldığında içlerindeki desenlerle farklılaşıyor. Rum Okulu’nun merdivenleri boyunca duvara asılan Pullar ise SSCB Komünist Partisi liderlerini (Lenin, Stalin, Brejnev, Çernenko) gösteren resimlerden ve propaganda posterlerden oluşuyor.





Margaret Harrison’ın Evişçileri (1977-1978) isimli eseri Antrepo’da yer alıyor ve evden çalışan ve sendika üyesi olmayan kadınların durumuna dikkat çekiyor.




Sanja Ivekovic’in Devrimi Beklerken (Alice) eseri Antrepo’nun girişinde ve Türkiye Raporu 09 eseri ise tüm mekanlarda buruşturulmuş kırmızı sayfalar olarak yer alıyor. Bu rapor Türk STK’larının kadınlar ile ilgili hazırlattığı raporlardan alınmış maddelerden oluşuyor. Kırmızı sayfaların buruşturulmuş şekilde yerde sergilenmesi de oldukça ironik.


Güneş Gözlükleri (2009) ise Mor Çatı vakfıyla birlikte hareket edilerek hazırlandı. Güneş gözlüklerinin farklı bir işlevine gönderme yapan bu yapıtlar, Elele ve İstanbul Life dergilerinde ilan olarak yayınlandı ve çeşitli mekanlarda da poster olarak sergilendi.




Rum Okulu’nda Arşiv ve Dosya Odası’nda sergilenen Mimarlık Bakanlığı: Kültür Devletleri (2008-09) eseri Paris merkezli kooperatif Societe Realiste’nin imzasını taşıyor. Die Zukunft (Gelecek) adlı tipografik duvar yapıtı, Clausewitz’in “savaş, başka araçlarla devam ettirilen siyasettir” sözünü; “gelecek, başka araçlarla devam ettirilen geçmiştir” şeklinde değiştiriyor. Yeni bir yazı fontu ve dünyaya yeni bir bakış açısı ile yeni bir düzen kuruyor.


Mekanların etkisi

Antrepo, Tütün Deposu ve Rum Okulu arasında seçim yapmak hiç de zor değil, gözüm kapalı Rum Okulu’nu seçerim. Bu Rum Okulu’ndaki eserlerin Antrepo ve Tütün Deposu’ndaki eserlerden daha iyi olduğu için değil. Bir birikim ve tema üzerine oluşturulan Bienal’i daha iyi yansıtmasından kaynaklanıyor. Okul olarak bir geçmişi olan bu mekan, eserlere ayrı bir anlam ve ruh katmıştı, bu yüzden son yıllarda en keyif alarak dolaştığım Bienal mekanıydı.

Antrepo, sadece geniş olduğu için mi Bienal’in yıllardır ana mekanı oluyor? Antrepo’nun artık Bienal için ömrünü doldurduğu kanısındayım, illa ki burada eserler sergilenmeye devam edecekse, eserlerin sayıları azaltılmalı ve Antrepo’ya farklı bir anlam kazandırılmalı. Burası geniş, rahat rahat eserleri yerleştiririzden öte, Antrepo’nun da bir ruha ihtiyacı var.

Binela’nın işaretleri

11. İstanbul Bienal’inin mekanlarını süsleyen ve gezerken bize yol gösteren işaretler ve uyarılar da takdire şayandı. Özellikle, sadece sola dönün (turn left) uyarısı bulunması da yüzümde ayrıca bir tebessüme neden oldu.


Sonuç olarak bir Bienal’i daha geride bıraktık. İnsanın neyle yaşadığının yanıtını bulabildik mi orası bilinmez, ama en azından, kendimiz için en gerekli şeyleri masaya yatırdık ve biraz düşündük.

27 Ekim 2009 Salı

Futbolu okumak için iki öneri: Adana Futbolu ve Gladyatör


Adanaspor ve Adanademirspor’un bir kenti nasıl ikiye böldüğünü ve Adana’da futbolun dışında yıllar önce hakimiyet kuran su topunu “Adana Futbolu” kitabından öğrenebilirsiniz. İletişim Yayınları imzanı taşıyan “Adana Futbolu”nu Yavuz Yıldırım ve Mustafa Uçar derledi.


Futbol sahalarındaki isyanın ismi Metin Kurt’un hikayesini Vecdi Çırakoğlu anlatıyor. “Gladyatör”, Everest Yayınları’ndan çıktı.

2 Ekim 2009 Cuma

Futbolda taraf olmak

Futbolu neden seviyoruz? Tadına doyulmaz goller, altın kramponlar, takım sevdası ya da mücadele için mi? Bu sorunun cevabını bulamayanların seyircisiz bir maçı izlerken neler hissettiklerini düşünmelerini öneririm. Seyircisiz her maçta, atılan goller tuzsuz bir yemek gibi; tatsız, yavan, bitse de gitsek havasında…

Kim ne derse desin; futbolun en büyük gücü, en güzel yanı taraftarlık olgusu ve tribünleri dolduran futbol sevdalıları. İşte bu yüzden; 15 Eylül 2009 Salı günü Türkiye’nin en iddialı taraftar gruplarından birini ve Manchester United’ı izlemek için İnönü stadının yolunu tuttum. Stadın etrafında o bildik curcuna havası hakimdi, sadece renkler farklıydı; sarı-kırmızının yerini siyah-beyaz almıştı. Köfte ekmek, nohut pilav; staddan gelen gürültüler ve bir an önce staddaki yerini alma telaşı burada da aynıydı.



İçerisi ise, bambaşka bir dünya… Çarşı’nın konuşlandığı kapalı tribünden ziyade benim gönlümü yeni açık fethetti. Yeni açıktaki tutku, arzu, gerçekten görülmeye değerdi… Kapalı bir marşa niyetleniyor, ama yok yeni açık bir anda başlıyor kartal gol gol gol diye bağırmaya, o zaman kapalı da yeni açığa ayak uyduruyor. Yeni açıkta herkes amigo gibi, bir an maçtan umut mu kesiliyor, herkes sağındakine solundakine, önündekine arkasındakine “hadi hadi” diyor. Gerçekten İnönü’de susan birkaç kişinin de Beşiktaşlı olmadığı yüzünden okunuyor, diğerleri bitmek bilmeyen bir iştah ile bağırıyorlar. Bunun ardında takımlarına olan inanç mı, görev bilincimi, yoksa Beşiktaş sevgisi mi yatıyor? Bunun cevabını benim bulunduğum taraftan verebilmek gerçekten zor. Ama şu çok belli, Beşiktaş taraftarı maçı kazanmayı futbolcularından daha çok istiyor gibi görünüyor.

İnönü güzel de insan evini özlüyor

O kadar arzulular ki, bir marşı bir dakika sürekli söyleyemiyorlar; dinamikler hemen yeni bir marşa aynı dayatma duygusu ve vurgu ile başlıyorlar. Beşiktaşlılar bir marştan bir marşa geçerken aklıma, Galatasaray’ın “dört sene üst üste şampiyon olduk” diye başlayan ve eski açık, kapalı, yeni açık ve numaralıda tek tek ardı ardına söylenen marşı geldi. İşte o an deplasmanda (tam olarak deplasman denilemez ama) olmanın derin üzüntüsü kapladı içimi, gözümü kapattım ve Ali Sami Yen’i düşündüm, insanın evi ise bir başka güzel, özel ve vazgeçilmez…

Evet, tribünler arasında gerçekten sadece renk farkı yok; oturmuş bir düzen ve tarz var. Belki de en güzeli bu farklılıklar, ama ne yazık ki her taraftarın bunun değerini bilmesini beklemek biraz hayalperestlik olur sanırım. En azından futbolun taraftarlardan ve sevdalısı olduğumuz takımların rakiplerinden ayrı düşünülemeyeceğini biraz olsun zihinlerimizin bir kenarına yazabilirsek ne mutlu bize.

Bundan sonrası için taraftarıyla özdeşleşen Eskişehirspor ve kalbimin bir parçasını ayırdığım Adanademirspor tribünlerinde buluşmak dileğiyle. Umarım ilk fırsatta ES ES ve Mavi Şimşekler ile birlikte maç izleyebilirim…

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Arda Turan: Sanki Superman

Arda Turan’dan efsane, kahraman, kuşak olarak canlı izleyemediğimiz Metin Oktay, ağabey, beyefendi olmasını bekliyoruz; Arda Turan’dan bir Superman yaratmaya çalışıyoruz. Onun da etten, kemikten, tıpkı bizler gibi insan olduğunu unutuyoruz.

Uzun zamandır, Galatasaray forması giyen bir futbolcu gol attığında bu kadar sevinmiyordum. Galatasaray maçlarını kaybettiğinde içimdeki üzüntü, Arda Turan’ı düşününce biraz daha artıyor. Çünkü biliyorum ki, Arda Turan, kayıpların sorumluluğunu her oyuncudan daha fazla hissediyor. Kaybedilen bir maçın ardından sahanın ortasında kollarını iki yana açıyor, tribünlere bakıyor; başı öne düşüyor, mahçup bir şekilde kafasını kaldırıp tribünlere tekrar bakıyor. O anlarda staddan daha çıkmamış taraftarlar Arda Turan’ı herşeye rağmen alkışlıyor. Çünkü biliyorlar ki, onun da bizim kadar içi acıyor. İşte bu yüzden Arda Turan gol attığında içimi ekstra bir sevinç kaplıyor; onun yüzündeki kocaman gülümseme, benim yüzüme de yansıyor.

“Sen tribündeki biz, biz sahadaki sen”

Hayatta herşeyin fazlası insana bir noktadan sonra zarar vermeye başlar. Arda Turan’da da fazla olan şey ve bazen dizginleyemediği şey Galatasaray sevgisi. Evet, Arda Turan Galatasaray’ı çok seviyor, tıpkı bizim gibi... Bu yüzden “Sen tribündeki biz, biz sahadaki sen” sözü, en çok Arda Turan’a yakışıyor. Ve Arda Turan’ın sevgisi kesinlikle şov kokmuyor, formasındaki armayı gözleri parlayarak öpüyor; eğer maç sonuysa ve formasını rakip takımdan bir oyuncuya vermişse, bir an duraksıyor; şortundaki GS armasını öpüyor. Soğuk kış günlerinde siyah eldivenlerle çıkıyor sahaya ve gol atıyor; o kez hiç düşünmeden bir bakıyoruz, eldivenindeki GS armasını öpüyor...

İşte bazen bu sevgi ne yazık ki, Arda Turan’a zarar veriyor. Takım olarak mağlup olduklarını ve elinden gelenin en iyisini yaptığını unutmaması gerekiyor. Maça çıkmadan önce 10 numaralı formasını giyerken, soğukkanlılık pelerinini de boynuna geçirmesi lazım. Eğer bunu başarabilirse, her daim yüzünden gülümsemeyi eksik etmezse, kaybedilen maçlardan sonra, tıpkı yenilen gollerin ardından yaptığı gibi arkadaşlarını teselli edip motive ederse, Arda Turan bizim kuşağın efsanesi, kahramanı ve Metin Oktay’ı olacak... Çünkü Arda Turan’ın kumaşı parçalıdan derin izler taşıyor ve parçalı en çok Arda Turan’a yakışıyor...




Arda Turan, özünde zaten bir ağabeyin şefkatini ve sevgisini; bir beyefendinin saygısını ve efendiliğini barındırıyor. Ali Sami Yen’de 23 Temmuz 2009 Perşembe günü oynanan Tobol maçında, resmi olarak ilk kez forma giyen Serdar Eylik’in heyecanını paylaşan, santradan koşarak gelen ve ona sarılan Arda Turan. PAF’tan gelen ve Galatasaray’ın geleceğinde önemli bir yer elde etmesi beklenen Emre Çolak’a bir araba hediye eden Arda Turan. O zaten bu genç yaşına rağmen ağabey...

Skibbe’nin görevden alınıp Bülent Korkmaz takımın başına getirildiğinde; Bülent Korkmaz’ın ilk maçının ardından Michael Skibbe’ye teşekkür eden ve bu galibiyette onun da payının olduğunu söyleyen Arda Turan. Sezon başında kaptanlığa getirildiğinin açıklandığı basın toplantısında tekrar tekrar Ayhan Akman’a gösterdiği anlayıştan dolayı teşekkür eden, onun desteğiyle daha da başarılı olacağını söyleyen Arda Turan; zaten saygılı, zaten efendi...

Şimdi bunları okurken Arda Turan’ın yaptığı hataları aklınızdan geçiriyorsunuzdur. Evet, bunları ben de biliyorum. Tekrar söylüyorum; Arda Turan’ın Galatasaray sevgisi, ona zarar vermeye çok müsait. Ve geçmişte yaptığı hataların temelinde bu sevginin yattığını düşünüyorum.

Arda Turan’ın Galatasaray kaptanlıyla birlikte daha sakin, daha soğukkanlı oynayacağına inanıyorum. Ali Sami Yen’de Arda Turan’ı canlı izleyebildiğim için bir Galatasaraylı olarak, kendimi çok şanslı hissediyorum. Oyun her sıkıştığında topu Arda’ya atın, Arda topu alsana, hadi Arda diye bağırıyorum. Top Arda Turan’ın ayağına gelince umutlanıyorum; çünkü biliyorum ki Arda Turan orta yapmaz, pas (adrese teslim) verir. Eksisiyle artısıyla, tüm bunları üstüste koyunca Arda Turan’ın önünde çok güzel bir gelecek olduğunu görüyorum. Arda Turan’ın Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu olabilecek bir yeteneği, futbol zekası, takımının tarihine geçecek bir sevgisi, taraftarıyla arasında kopmayacak bir bağı var.

Arda Turan, gönlümüzde çoktan Superman mertebesine ulaştı; yeterki soğukkanlılık ve sağduyu pelerinini boynundan eksik etmesin, güvenimizi boşa çıkarmasın.

7 Ağustos 2009 Cuma

Saygılar Leonard Cohen

Kaybedenler imparatorluğunun kralı, zarif, kibar, neşeli, hüzünlü, şık, beyefendi Leonard Cohen, İstanbul’daydı. Büyülüydü, sihirliydi, Leonard Cohen konseri ayaklarımı yerden kesti.

Konser için ne desem az kalacak, hangi sıfatı kullansam, nasıl anlatsam eksik olacak; bunun bilinciyle biraz çekinerek yazıyorum...

Bazen 100 yılda, 70 yılda 50 yılda bir olacak olaylarla ilgili haberler yapılır; “güneş tutulması şöyle uzun sürecek, en güzel meteor yağmuru şu tarihte olacak” diye yazarlar, kaçırmayın derler. Leonard Cohen konseri de öyleydi...

İlk kez bir açıkhava konserine bir saat önce gittim, yolda, şimdi kimse yoksa kapılar açılmamışsa ne yapacağım orada derken; benden başka bir sürü insanı içeri girerken gördüm. İtina ile yerimi buldum ve oturdum; kapılar açılsa iki saat önce bile mekandaki yerimi hiç kuşkusuz alırdım.

Leonard Cohen, sahneye 21:00’da çıktı; ne bir dakika geç ne bir dakika erken; bu bile konserin ne kadar özel olacağının göstergesiydi. Hiçbir konseri bununla kıyaslayamam, bundan sonra başka bir konsere gitmesem de üzülmem. Eylül’de Madonna Türkiye’ye gelecekmiş diyorlar; gelsin... Ben dün gece, dansçıları olmayan bir sahne şovu izledim. Leonard Cohen’in sahneyi süsleyen halının üzerinde minik adımlarla sinirli hareketler yapışını, sahneye hoplayarak zıplayarak; hafif dans figürleri yaparak çıkışını gördüm. Solo yapan müzisyenlerini, şapkasını kalbine koyup dinleyen; sahnede diz çöküp başını öne eğerek bugulu sesiyle şarkılar söyleyen; bir şarkı bitince ışıkları sönen ve soliste tutulan spottan bir adım geriye gidip o ışığı boş bırakan ve alkışları karanlıkta dinleyen; veda ettikten sonra mikrofonu nazikçe yere bırakan ama alkışların ardından neşeyle sahneye koşan Leonard Cohen’e şahit oldum. Son 10 yıldır her yaz hayallerini kurduğum konseri izledim; bundan sonra varsın Bono Türkiye’ye gelmesin...



Ayakta alkışlamak yetmedi

Cohen’in konser boyunca iki kez özenle tanıttığı ekibi sahnede yanyana durdular, veda ederken hep birlikte “Wither Thou Goest”u söylediler. Leonard Cohen’in etkileyici sesini, sanatın neredeyse her alanındaki başarısını biliyorum ama onu canlı izlemek; Cohen ile birlikte çalan ve söyleyenlerin en az onun kadar mükemmel olduğunu görmemi sağladı. Plak kıvamında ulaştı şarkılar kulağıma, her nota tek tek yerli yerindeydi, tüm vokaller insanın içine işliyordu. Büyük ozan, bu kusursuz işin ardındaki ses ekibini de sahneye çağırdı ve onların da alkışlardan pay almasını sağladı.

Sevgiyle, saygıyla, hayranlıkla alkışladım L. Cohen’i.

Konsere ve dinleyicilere dair

- Açıkhava’daki çürük yumurtaları bir kenera ayırırsak, izleyiciler nerede alkışlamaları, nerede susmaları, nerede eşlik etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Sanki seyircili bir prova yapılmış gibiydi; Leonard Cohen’in bir tek sözünü kaçırmak istemedikleri belliydi, o konuşmaya başladığında çılgınca alkış anında kesiliyordu.

- Öyle böyle değil, insan bir şeyi yıllarca bekleyince ona kavuştuğu an bazen afallar ne yapacağını bilemez. Öyle bir şaşkınlık yoktu dinleyicilerin üzerinde, sessiz ve huzurlu bir kitle vardı. Soluksuz izledik...

- Yaş ortalaması oldukça yüksekti, 35 üzeri diyebilirim. Ama arada 10 yaşlarında bir iki çocuk da gözden kaçmıyordu, aslında onların ne düşündüklerini merak ediyorum.

- Konser başlamandan önce konserin başlamasına 10 dakika kaldı diyen klasik anons yapıldı. Ama halen gelenler, yerlerini bulmaya çalışanlar, alaska – frigo, çay - kahve satan satıcılar, birbirine seslenen, telefonla konuşan insanlar vardı. Bu keşmekeş “Dance Me to The End of Love”ın başlamasıyla son buldu. Önce alkışlar koptu, sonra büyülü bir sessizlik sahneyi Cohen’e bıraktı. Gerçekten onca insan nasıl oldu da dakikalardır bulamadıkları yerlerini buldu, nereye oturdular, nasıl yerleştiler, hayret ettim. İlkokulda öğretmen gelmeden önce sınıfta koşturan öğrencilerin, öğretmenlerini kapıda gördükleri anda sıralarına geçmeleri gibiydi yaşananlar.

- Bir de aklım satılan tişörtlerde kaldı, pahalı geldi almadım, çok güzellerdi.

28 Temmuz 2009 Salı

Rock kasabasında bir gün…


Rock’n Coke, yeniden müzik ve eğlenceyi bir kasabaya sığdırdı. Bir yıl aranın ardından yeni bir mekanda, İstanbul Park’ta, 17 Temmuz 2009 Cuma günü kapılarını açtı ve aralıksız müzik başladı.

Bu yılı, diğerlerinden ayrı değerlendirmek ne yazık ki mümkün değil; daha kasaba sınırına yaklaşmadan aklımda bir dolu soru işareti vardı. Neden İstanbul Park, burada motorları patlarcasına gürültü çıkaran Formula 1 otomobillerini izlemek istiyorum, müzik dinlemek değil; peki asfalt zemin, Temmuz’un ortasında kavurmaz mı bizi? Bunları düşünerek koyuldum yola, bir de bu yıl sahne alacak gruplar meselesi var, bu da başka bir soru işareti dizisi… Kulağımın pasını bütün kış Coldplay ile sildim; karda, yağmurda, kış güneşinin bulutların arasından bizlere göz kırptığı rüzgarlı İstanbul günlerinde, yoldaşım hep Coldplay oldu. Şimdi bu denli şartlanmışken Linkin Park da nereden çıktı?

Cumartesiyi pas geçip, Pazar günü müzik sevdasıyla koyulduk yola... Ve sonunda İstanbul Park göründü; üst geçidi aşıp, gözlerim Ferrari standını ararken, bir otobüs yanaştı yamacımıza, doluştuk içine; 7. 8. tribünün önünden geçerek güzel kasabamıza geldik… Bir baktık kamp alanı kasabanın dışında, müziğin uzağında… Fare labirentinden geçip, güzelce arandık; fosforlu turuncu bilekliklerimizi kollarımıza taktık; ver elini Rock’n Coke dedik.

Sıcak sıcak ama sonra Linkin Park

Kim demiş Rock’n Coke sadece eğlenmek için diye? Benim için bu yılki Rock’n Coke oldukça eğiticiydi... Biraz değişiklik, biraz güneş, biraz eğlence amaçlıydı rock kasabasını ziyaretim; açıkçası bu denli güzel bir müzik ziyafeti hiç beklemiyordum. Ama sonrasında öyle böyle değil, çok etkilendim ve “hayattan beklentilerini minicik yap, mutluluğa kollarını aç” felsefem bir kez daha doğrulandı. Ben, Coldplay hayaliyle Rozarlight, Kaiser Chiefs, Linkin Park’a burun kıvırırken; onlar sahnede gövde gösterisi yaptı. Uzun zamandır, tek bir sahnede bu kadar etkili, bu kadar gitarına, sesine, baterisine hakim grupları ardıardına izlememiştim. Günün sıcağını, akan terleri, yorgunluğu ise Linkin Park aldı götürdü. Yüzümde, hafif bir tebessüm ve biraz şaşkınlıkla gelecek yıl için sözleştik, kasabadan ayrılırken. Ama tozuyla toprağıyla, gölden esen serin rüzgarıyla, aklım halen Hezarfen’de... Bir kez daha anladık müzik ruhun gıdası ve İstanbul yaz aylarında festivallerle güzel.

Rock’n fashion

Yanılmıyorsam, en sıcak Rock’n Coke’u geride bıraktık. İnsanlar, ne giydiklerinden çok Coca Cola’larındaki, sularındaki buzlarla ve biranın soğukluğuyla ilgiliydiler. Gündüz saatlerinde, herkes gölgede siper almış; güneşin etkisini kaybetmesini bekliyordu. Bu yüzden Rock’n Coke’un tek bir galibi vardı; o da Ray-Ban. Kasaba sakinlerinin neredeyse hepsinde Ray-Ban gözlükler vardı, gözlerim yanıltmadıysa, sahne alan Razorlight’ın solisti bile bu akıma uymuş ve kemik çerçeve Ray-Ban takmıştı.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Sinemayı seviyorum çünkü


Eski defterlerin arasında; rengi solmuş, üzerindeki yazılar silinmeye yüz tutmuş; kenarlarında minik minik yırtıklar oluşmuş bir kağıt buldum. Üzerinde madde madde sinemayı neden sevdiğimize dair alıntılar yer alıyor. En altta da Sinema dergisi Şubat sayısı yazıyor; parantez içinde de Fransız Premiere dergisi diye not düşülmüş.

Evet, bilinmeyen bir yılın Şubat ayının Sinema dergisi, bilinmeyen bir Premiere dergisinden alıntı yaparak bir haber yapmış demek ki.... O zamanlar, hiçbirşeyi unutmayacağımı düşünüp, fil hafızamla yılı not etmemişim... Saatlerin durduğu yılların hızlandığı bir zaman diliminde; sinemaya olan sevgimiz yerli yerinde duruyor. İşte saman kağıda geçirilmiş sinemaya olan sevgimizin nedenleri; sinemayı seviyorum çünkü;

· Kendini Mad Max’i izledikten sonra kurşun geçirmez, Indiana Jones’tan sonra dayanılmaz, Superman’den sonra da ölümsüz hissedersin.
· Salonda komşularla aynı rüyayı birlikte izledikten sonra onlarla hiç tanışmadan salondan çıkarsın.
· Politikacıların gidecek zamanları yoktur.
· Travolta ve Uma Thurman’ı dans ederken izleyebilirsin.
· Sapık’ı izledikten sonra banyo yapmak çok enteresandır.
· Hayatı sevmiyorsan sinemaya gider.
· Martin De Niro’nun filmlerinde Robert Scorsese’yi izlersin.
· Ucuza seyahat edersin.
· Aslını unutturacak kadar mükemmel bir uyarlama izleyip ardından kitabı tekrar okursun.
· Çocuklar sinema perdesi arkasında binlerce televizyon ekranı olduğunu sanıyor.
· Hala görecek yığınla film var.
· Asla hepsini göremezsin.
· Kaçırdığın binlerce film var.
· Salondan hışımla çıktığında bir daha asla geri dönmeyeceğini; salondan gözlerin yaşlarla ayrıldığında bir daha geri dönmeyeceğini düşünürsün... Ve elbette geri dönersin.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Şems-i Tebrizi’nin kırk kuralı

Birinci kural: Yaradanı hangi kelimelerle tanıdığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sende korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer, Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.

İkinci kural: Hak Yolu’nda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil. Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol, silenlerden değil.

Üçüncü kural: Kuran dört seviyede okunabilir. İlk seviye zahiri manadır. Sonraki batını mana. Üçüncüsü batınınin batınısidir. Dördüncü seviye o kadar derindir ki kelimeler kifayetsiz kalır tarif etmeye.

Dördüncü kural: Kainattaki her zerrede Allah’ın sıfatlarını bulabilirsin, çünkü O camide, mescitte, kilisede, havrada değil, her an her yerdedir. Allah’ı görüp yaşayan olmadığı gibi, O’nu görüp ölen de yoktur. Kim O’nu bulursa, sonsuza dek O’nda kalır.

Beşinci kural: Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini” diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: “Bırak kendini, ko gitsin!” Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte vardır.

Altıncı kural: Şu dünyadaki çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol, kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir. Aşık dilsiz olur.

Yedinci kural: Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, Hakikat’i keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.

Sekizinci kural: Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

Dokuzuncu kural: Sabretmek öyle durup beklemek değil, ileri görüşlü olmak demektir. Sabır nedir? Dikene bakıp gülü, geceye bakıp gündüzü tahayyül edebilmektir. Allah aşıkları sabrı gülbeşeker gibi tatlı tatlı emer, hazmeder. Ve bilirler ki, gökteki ayın hilalden dolunaya varması için zaman gerekir.

Onuncu kural: Ne yöne gidersen git –Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda azı dolaşır.

On birinci kural: Ebe bilir ki sancı çekilmeden doğum olmaz, ana rahminden bebeğe yol açılmaz. Senden yepyeni ve taptaze bir sen zuhur edilmesi için zorluklara, sancılara hazır olman gerekir.

On ikinci kural: Aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de isteme de tepeden tırnağa değişir. Bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

On üçüncü kural: Şu dünyada semadaki yıldızlardan daha fazla sayıda sahte hacı hoca şeyh şıh var. Hakiki mürşit seni kendi içine bakmaya ve nefsini açıp kendindeki güzellikleri bir bir keşfetmeye yönlendirir. Tutup da ona hayran olmaya değil.

On dördüncü kural: Hakk’ın karşısına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzeni bozulur hayatımın altı üste gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olacağını?

On beşinci kural: Allah, içte ve dışta her an hepimizi tamama erdirmekle meşguldür. Tek tek her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır. Rab noksanlarımızla ayrı ayrı uğraşır çünkü beşeriyet denen eser, kusursuzluğu hedefler.

On altıncı kural: Kusursuzdur ya Allah, O’nu sevmek kolaydır. Zor olan hatasıyla sevabıyla fani insanları sevebilmektir. Unutma ki kişi bir şeyi ancak sevdiği ölçüde bilebilir. Demek ki hakikaten kucaklamadan ötekini, Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeden ne layıkıyla bilebilir ne de layıkıyla sevebilirsin.

On yedinci kural: Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışında her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.

On sekizinci kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil, bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara; dışında başkalarında değil. Ve unutma ki nefsini bilen Rabbini bilir. Başkalarıyla değil, sadece kendinle uğraşan insan, sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır.

On dokuzuncu kural: Başkalarından saygı, ilgi ya da sevgi bekliyorsan, önce sırasıyla kendine borçlusun bunları. Kendini sevmeyen birinin sevilmesi mümkün değildir. Sen kendini sevdiğin halde dünya sana diken yolladı mı, sevin. Yakında gül yollayacak demektir.

Yirminci kural: Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

Yirmi birinci kural: Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir.

Yirmi ikinci kural: Hakiki Allah Aşığı bir meyhaneye girdi mi orası ona namazgah olur. Ama bekri aynı namazgaha girdi mi orası ona meyhane olur. Şu hayatta ne yaparsak yapalım, niyetimizdir farkı yaratan, suret ile yaftalar değil.

Yirmi üçüncü kural: Yaşadığımız hayat elimize tutturulmuş rengarenk ve emanet bir oyuncaktan emanet. Kimisi oyuncağı o kadar ciddiye alır ki ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz şöyle bir kurcalar oyuncağı, kırar ve atar. Ya aşırı kıymet verir ya da kıymet bilmeyiz. Aşırılıklardan uzak dur. Sufi ne ifrattadır ne tefritte. Sufi daima orta yerdedir.

Yirmi dördüncü kural: Madem ki insan eşref-i mahlukattır, yani varlıkların en eşreflisi, atığı her adımda Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğunu hatırlayarak, buna yakışır soylulukta hareket etmelidir. İnsan yoksul düşse, iftiraya uğrasa, hapse girse, hatta esir olsa bile, gene de başı dik, gözü pek, gönlü emin bir halife gibi davranmaktan vazgeçmemektedir.

Yirmi beşinci kural: cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit biriyle kavgaya tutuşsak; nefrete, hasede ve kine bulaşsak, tepetaklak cehenneme düşüveririz.

Yirmi altıncı kural: Kainat yekvücut, tek varlıktır. Her şey ve herkes görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kaderi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir.

Yirmi yedinci kural: Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır. Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.

Yirmi sekizinci kural: Geçmiş zihinlerimizi kapsayan bir sis bulutundan ibarettir. Gelecek ise başlı başına bir hayal perdesi. Ne geleceğimizi bilebilir ne geçmişimizi değiştirebiliriz. Sufi daima şu anın hakikatini yaşar.

Yirmi dokuzuncu kural: Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, yol ayrımını verir. Güzargah belidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin ne de hayat karşısında çaresizsin.

Otuzuncu kural: Hakiki Sufi öyle biridir ki başkaları tarafından kınansa, ayıplansa, dedikodusu yapılsa, hatta iftiraya uğrasa bile, o ağzını açıp da kimse hakkında tek kelime kötü laf etmez. Sufi kusur görmez, kusur örter.

Otuz birinci kural: Hakk’a yakışabilmek için kadife bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcük bir hastalık; kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp… Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar; kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.

Otuz ikinci kural: Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhassa putlardan uzak dur, dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama!

Otuz üçüncü kural: Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken, sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.

Otuz dördüncü kural: Hakk’a teslimiyet ne zayıflık ne edilgenlik demektir. Tam tersine öylesi bir teslimiyet son derece güçlü olmayı gerektirir. Teslim olan insan çalkantılı ve girdaplı sularda debelenmeyi bırakır, emin bir beldede yaşar.
Otuz beşinci kural: Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Münin içindeki münkirle tanışmalı, Tanrı’ya inanmayan kişi ise içindeki inananla. İnsan-ı Kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır.

Otuz altıncı kural: Hileden desiseden endişe etme. Eğer birileri sana tuzak kuruyor, zarar vermek istiyorsa, Tanrı da onlara tuzak kuruyordur. Çukur kazanlar o çukura kendileri düşer. Bu sistem karşılıklar esasına göre işler. Ne bir katre hayır karşılıksız kalır ne bir katre şer. O’nun bilgisi dışında yaprak bile kıpırdamaz. Sen sadece buna inan.

Otuz yedinci kural: Tanrı kılı kır yararak titizlikle çalışan bir saat ustasıdır. O kadar dakiktir ki sayesinde her şey tam zamanında olur. Ne bir saniye erken ne bir saniye geç. Her insan için bir aşık olma zamanı vardır, bir de ölmek zamanı.

Otuz sekizince kural: “Yaşadığım hayatı değiştirmeye, kendimi dönüştürmeye hazır mıyım?” diye sormak için hiçbir zaman geç değil. Kaç yaşında olursak olalım, başımızdan ne geçmiş olursa olsun, tamamen yenilenmek mümkün. Tek bir gün bile öncekinin tıpatıp tekrarıysa, yazık. Her an her nefeste yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama doğmak için ölmeden önce ölmeli.

Otuz dokuzuncu kural: Noktalar sürekli değişse de bütün aynıdır. Bu dünyadan giden her hırsız için bir hırsız daha doğar. Ölen her dürüst insanın yerini bir dürüst insan alır. Hem bütün hiçbir zaman bozulmaz, her şey yerli yerinde kalır, merkezinde… Hem de bir günden bir güne hiçbir şey aynı olmaz. Ölen her Sufi için bir Sufi daha doğar.

Kırkıncı kural: Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşkın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.

28 Haziran 2009 Pazar

Cevat Prekazi'nin başarısının sırrı



"Solağım, kalbim solda, solcuyum" Galatasaray'ın unutulmaz 8 numarası Cevat Prekazi, sol açıktaki başarısını bu sözleriyle açıklıyor.

19 Haziran 2009 Cuma

F1'in ölümsüzü 007 Senna




Aytron Senna, aramızdan ayrılalı 15 yıl oldu, bıraktığı boşluk hala doldurulamadı. Ne efsane pilot Michael Schumacher ne Fernando Alonso ne de bu sezonu, şimdilik domine eden Jenson Button… Burada Rubens Barrichello’yu ayrı bir yere koymakta ve onun için bir parantez açmakta yarar var. İlk zaferini 2000 yılında Almanya Grand Prix’sinde kazanan Barrichello, “Bu benim için çok özel bir an. Bu zaferimi Ayrton Senna’ya ithaf etmek istiyorum. Bugün, onu anmak için çok güzel bir gün”diyerek Senna’nın unutulmazlığını bir kez daha gözler önüne serdi.

Aytron Senna, babasının çim biçme makinesinin motorunu kullanarak yaptığı ilk go-kart arabasına 4 yaşında bindi. Kahramanı olan James Bond’un etkisiyle ilk go-kart arabasını “007” rakamları süsledi. O zamandan sonra go-kart tutkusu hiç azalmadı, 17 yıl boyunca go-kart’larda yarıştı.

F1 hayatına ise, 1984’te Toleman’da başladı. Ardından 1985-1987 yıllarında Lotus; 1988-1993 arasında McLaren ve son olarak da 1994 yılında Williams ile yarıştı. 1 Mayıs 1994’te San Marino Grand Prix’sinde son kez start aldı. Şimdi fotoğraflarına bakınca, yarış dışı kaldığı dakikalarda diğer pilotları izlerken gözlerinden hayranlık, üzüntü ve kaybetmiş bir çocuğun hüznü okunuyor; kazandığında ise kocaman bir gülümseme ve gurur yansıyor yüzüne.