29 Aralık 2010 Çarşamba

Galatasaray-Fenerbahçe Maçını Beklerken

Herhangi bir Galatasaray-Fenerbahçe maçı öncesinde kazanmaktan çok aman olay çıkmasın demekten bıktım, usandım. Çok dövmek istiyorsanız birbirinizi sözleşin, buluşun bir meydanda; nasıl olsa internet var, kolay olur... Giyin formalarınızı, tertemiz; alın elinize bıçak, sopa; ne bilim kullanın işte hayal gücünüzü; sizin resmi sporunuz bu olsun. Bırakın artık Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin maçlarını beklemeyi. Rahat bırakın, düşün şu takımların yakasından, kendi sporunuzu icra edin; hatta toplayın kendi taraftarınızı... Bırakın benim Galatasarayımı, bırakın Fenerbahçe’yi...

26 Aralık 2010 Pazar

Formula 1’de gençlik aşısı tuttu

2010 biterken, Sebastian Vettel'den bahsetme vakti geldi de geçiyor bile...

Formula 1 takviminin son yarışında, Renault pilotu Vitaly Petrov, Fernando Alonso’ya geçit vermedi. Sebastian Vettel birinciliği elde etti ve pistlerin en genç şampiyonu olarak adını Formula 1 tarihine yazdırdı.

“Bebek Schumacher” büyüdü, 10 kez pole pozisyonu kazandı. 5 Grand Prix'te damalı bayrağı göğüsledi ve Red Bull Racing koltuğunda 256 puan alarak şampiyonluğu elde etti. Vettel’i, 252 puanla Ferrari pilotu Fernando Alonso ve 242 puanla takım arkadaşı Mark Webber takip etti.

Formula 1’in yeni Michael Schumacher’i olarak gösterilen Sebastian Vettel, kısa kariyerine rekorlarla başladı. Bugüne kadar kırdığı rekorların hepsi, “Formula 1 tarihinin en genç pilotu” unvanına çıkıyor. Sebastian Vettel, 2006 Türkiye yarışının antrenmanlarında BMW Sauber takımının üçüncü pilotu olarak piste çıktı ve F1 tarihinin en genç pilotu oldu. 2007 tarihinde koşulan ABD Grand Prix'inde, "Formula 1 yarışında start alan en genç 6. pilot" unvanını kazanmakla kalmadı, aynı yarışta "Formula 1yarışında puan alan en genç pilot" rekorunu da kırdı. 2007 yılındaki Çin Grand Prix’ine bir ara liderlik eden Vettel, bu yarışta da "Formula 1yarışına liderlik eden en genç pilot" rekorunu elde etti. İtalya Grand Prix’inde "Formula 1 yarışında pol pozisyonunu kazanan en genç pilot" ve "Formula 1yarışını kazanan en genç pilot" rekorlarını kıran Vettel, "farklı iki takımda yarış kazanan en genç pilot" rekorunu da ele geçirdi. Sebastian Vettel 23 yaşında, Formula 1 tarihinin en genç şampiyonu olarak, şimdilik en önemli rekoruna imza attı.

Vettel Ferrari ve McLaren Mercedes’e kafa tutacak

Şampiyonluğun ardından “Bu rüyadan hiç uyanmak istemiyorum” diyen Vettel’in önünde daha kırılacak çok rekor var. Bunun farkında olan Red Bull Racing’in de en az 3-4 sezon Vettel’i bırakmaya niyeti yok. Red Bull Racing’in performansında bir düşüş olmazsa Vettel, Ferrari ve McLaren Mercedes pilotlarını oldukça zorlayacak.

Her zaman bir numara olmaya adaylar

Son yıllarda, farklı markalar ve pilotlar öne çıkıyor. Bunların arasında Lewis Hamilton ve Fernando Alonso’nun her zaman bir adım önde olacağı düşünülüyor. Hamilton’ın kusursuz sürüş yeteneği ve Alonso’un hiç eksilmeyen kazanma hırsı, bu iki pilotu öne çıkarıyor. Sebastian Vettel de rakiplerinden ayrıştırarak, üçüncü bir isim olarak Hamilton ve Alonso’nun yanına koymalıyız. Çünkü Vettel’ın kendisinin bile kontrol etmekte zorlandığı bir yarış anlayışı var. Bu da beraberinde tehlikeyi, seyir zevkini, kazaları birlikte getiriyor. Genel düşüncenin aksine Sebastian Vettel’de Michael Schumacher’den çok, Juan Pablo Montoya’daki ışığı ve bitmek bilmeyen yarışma arzusunu görüyorum. Montoya’nın durulmaya, olgunlaşmaya vakti olmadı ya da bunu istemedi. Sebastian Vettel, olgunlaşma evresini kısa sürede tamamlarsa, bizlere çok güzel yarışlar izleteceğini düşünüyorum. Yeter ki, içindeki yaramaz çocuğa birazcık söz geçirebilsin.

19 Aralık 2010 Pazar

66’nın hikayesi devam ediyor

Arda Turan’a kaptanlık ve 10 numaralı formanın verilmesiyle, 66 hatıralarda yerini aldı sanıyordum. Oysaki Arif Erdem’in 6’sının yanına Arda tarafından eklenen 6’nin kucaklaşmasıyla oluşan 66 numaralı forma, artık Anıl Dilaver’in sırtında koşuyor. Galatasaray’ın yeni 66’sı, sağ kanatta ilerliyor ve gol oluyor. Galatasaray için kurtuluşun yerini de işaret ediyor, yeter ki gören olsun.

16 Aralık 2010 Perşembe

Zaferler senin ruhunda var

Bir yıl aranın ardından, iş çıkışı basketbol mesaisine yeniden başladım. Bu kez rota Abdi İpekçi’ydi. Daha yola çıkmadan söylenmeye başlamıştım; keşke Ayhan Şahenk’te devam etseydik; Abdi İpekçi çok büyük, orayı doldurmamız imkansız... Ayhan Şahenk’te atmosfer daha güzel oluyor falan filan diye geveleyerek kendimi ikinci gelen metrobüse zar zor attım; minicik bir yerde, yaşam alanımı kurdum. Cevizlibağ’da mı insem, Topkapı’da mı diye düşünmeye başladım. Cam buğulanmaya dışarısı görünmemeye başladı, içerisi ana baba günü, durakları söyleyen bir dış ses yok; metrobüs her durduğunda acaba hangi duraktayız oyunu, oynaya oynaya; kendimi Cevizlibağ durağında metrobüsten attım.

Aman Tanrım, çok şükür... Şimdi de üst geçitten yolun karşı tarafına geçmem gerekiyordu. Üst geçidin merdivenlerinden herkes iniyor, çıkacaklar için ince bir hat varla yok arasında. Söz kousu metrobüs olunca İstanbul’a yeni gelmiş gibi oluyorum; sağım solum, duraklarım, aklım fikrim karışıyor. Hergün metrobüs ile yolculuk yapanlardan minik bir el kitabı hazırlamalarını rica ediyorum. Metrobüse binmenin incelikleri; metrobüs zorluklarını fırsata çevirmenin yolları, artık adını ne koyarlarsa... Neyse, üst geçitten inince tanıdık sularda olduğumu anlıyor, minibüsle hemencek Abdi İpekçi’ye varıyorum.

Bilet alma, içeri girme fasılları çok kolay oluyor; zaten bir avuç insanız. Kuyruk yok, kalabalık yok; çoğunluk üniversite öğrencisi, çoğu tanışık birbiriyle; ordan oraya sesleniyorlar. Salon gerçekten çok güzel, koltuklar rahat; yiyecek içecek seçeneği bol. Ama işte biz burayı dolduramayız ki...

Yerimi bulup oturuyorum, takımlar henüz çıkmamışlar ısınmak için. Sözlerinde Ali Sami Yen geçen marşlar çalıyor; biraz burkuluyor insanın içi. Beş on dakika sonra ıslıklarla çıkıyor rakip takım... GasTerra Flames, Hollanda temsilcisi; bu aralar zihnimde Hollanda eşittir Frank Rijkaard. Aklım dağılır yine, sessizlik oluyor içimde...

İşte bizimkiler de çıkıyor; tribünler hareketleniyor; cd’den çalan marşlar kapatılıyor. Sıra taraftara geliyor; o akşamın en anlamlı marşı “Yüreğimizde büyük aşkınla” sözleriyle başlıyor ve “zaferler senin ruhunda var, haydi bastır Galatasaray” ile bitiyor.
Basketbol takımımızı, Avrupa maçlarında yalnız bırakmayan, Engelsiz Aslanlar da salonda. Onlar kazanmaya fazlasıyla alışık, taraftar ara ara maçı bırakıp onları selamlıyor... Keşke diyorum, futbol takımımız da gelseymiş maça, hem Avrupa’da kazanmanın ne demek olduğunu hem de zaferlerin çok uzak olmadığını hatırlarlardı.

Evet, maç sonunda Galatasaray, 86-58’lik skorla salondan galibiyetle ayrılıyor. Grup maçlarının tamamlanmasına bir hafta kala ULEB Eurocup’ta 16 takım arasına girip, yoluna devam ediyor.

Geçtiğimiz yıl forma skandalından sonra; maçları kendi adıma boykot edip, bir es vermiştim. Gerçi benimki fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış hesabı ama, varsın öyle olsun. Bir yıllık aradan sonra basketbol takımıyla barışmak ve yeniden salonda olmak çok güzeldi. Küllenen kor, alevlenmeye başladı; yeniden şahit oldum “zaferler senin ruhunda var”.

12 Aralık 2010 Pazar

Türk Telekom Arena’dan bakınca

Bunca tozun dumanın, kırılan koltukların, kaybedilen puanların, yabancı oyunculara sırayla verilen veda plaketlerinin arasında, Türk Telekom Arena’yı ziyaret etme şansı buldum. Şu sıralar beni, Galatasaray ile ilgili sadece Aslantepe heyecanlandırıyor…

Tamamlanmamış, çamurlu, taşlı yollardan geçerken insanın kalbi biraz hevesli, biraz tedirgin, biraz umutlu ama en çok da heyecanlı atıyor. İçeri girdiğimizde kıpkırmızı koltuklar karşılıyor… Olduğum yerde şöyle bir dönüyorum, ağzımdan ilk dökülen kelimeler “vay canına” oluyor. Büyük, ihtişamlı, çok güzel, Türk Telekom Arena sadece başarı bekliyor diye geçiriyorum aklımdan. O anda işte içim burkuluyor, sanki bir el beni rüyadan çekip çıkarıyor. Takımın haleti ruhiyesi geliyor aklıma, neyse diyorum, şu anın tadını çıkaralım, kovuyorum düşünceleri.

Tüm katları büyük bir iştahla çıkıyorum, her köşeden bakıyorum. Sahaya yakın olmak, en tepeden bakmak; korner köşelerinde sahaya göz atmak; saha her açıdan çok güzel görünüyor. Kör nokta yok Türk Telekom Arena’da; her basamak sahanın ayrı bir açısını ve güzelliğini gösteriyor. Uzun sürmüyor düşüncelerin dönüşü, tek eksiği başarı diyorum; kazanılacak zaferler, son dakika kaçırılacak maçlar… Milan Baros’un hırsla topun peşinden koşuşu eksik, Harry Kewell’ın akıl dolu pasları, Sabri’nin ne kadar çıldırsakta, kötü bir şutun ardından geri geri mevkisine koşuşu eksik. Türk Telekom Arena’nın ruhu eksik, hikayeleri eksik, taraftarı eksik… Kusursuz bir Stanley Kubrick filmi gibi Türk Telekom Arena. İlk maçla birlikte, Galatasaray’a taze kan; yeni filme başrol oyuncusu; olmasını diliyorum. Sabırsızlıkla ve umutla açılış gününü bekliyorum.

Bir notum var: Ali Sami Yen’e ilk gittiğim günü dün gibi hatırlıyorum. Mecidiköy’ün telaşına alışkın değildim, çok karmaşıktı, herkes bir yerlere koşturuyordu, marşlar söyleniyordu. Yeni Açık’ın merdivenlerini çıkıp kendimi stada bakarken bulduğumda, Sami Yen’in yeşil çimleri beni büyülemişti. O gün Galatasaray kazanmıştı. Yıllar geçti; son derbide, Beşiktaş maçındaydım; Galatasaray kaybetmişti. Ama hiçbir şey değişmemişti yeşil çimler hala büyüleyiciydi.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Futbol Hayattır Teorileri 4


Bazen uzaktan vedalaşmak en iyisidir. Hoşçakal...