10 Ağustos 2009 Pazartesi

Arda Turan: Sanki Superman

Arda Turan’dan efsane, kahraman, kuşak olarak canlı izleyemediğimiz Metin Oktay, ağabey, beyefendi olmasını bekliyoruz; Arda Turan’dan bir Superman yaratmaya çalışıyoruz. Onun da etten, kemikten, tıpkı bizler gibi insan olduğunu unutuyoruz.

Uzun zamandır, Galatasaray forması giyen bir futbolcu gol attığında bu kadar sevinmiyordum. Galatasaray maçlarını kaybettiğinde içimdeki üzüntü, Arda Turan’ı düşününce biraz daha artıyor. Çünkü biliyorum ki, Arda Turan, kayıpların sorumluluğunu her oyuncudan daha fazla hissediyor. Kaybedilen bir maçın ardından sahanın ortasında kollarını iki yana açıyor, tribünlere bakıyor; başı öne düşüyor, mahçup bir şekilde kafasını kaldırıp tribünlere tekrar bakıyor. O anlarda staddan daha çıkmamış taraftarlar Arda Turan’ı herşeye rağmen alkışlıyor. Çünkü biliyorlar ki, onun da bizim kadar içi acıyor. İşte bu yüzden Arda Turan gol attığında içimi ekstra bir sevinç kaplıyor; onun yüzündeki kocaman gülümseme, benim yüzüme de yansıyor.

“Sen tribündeki biz, biz sahadaki sen”

Hayatta herşeyin fazlası insana bir noktadan sonra zarar vermeye başlar. Arda Turan’da da fazla olan şey ve bazen dizginleyemediği şey Galatasaray sevgisi. Evet, Arda Turan Galatasaray’ı çok seviyor, tıpkı bizim gibi... Bu yüzden “Sen tribündeki biz, biz sahadaki sen” sözü, en çok Arda Turan’a yakışıyor. Ve Arda Turan’ın sevgisi kesinlikle şov kokmuyor, formasındaki armayı gözleri parlayarak öpüyor; eğer maç sonuysa ve formasını rakip takımdan bir oyuncuya vermişse, bir an duraksıyor; şortundaki GS armasını öpüyor. Soğuk kış günlerinde siyah eldivenlerle çıkıyor sahaya ve gol atıyor; o kez hiç düşünmeden bir bakıyoruz, eldivenindeki GS armasını öpüyor...

İşte bazen bu sevgi ne yazık ki, Arda Turan’a zarar veriyor. Takım olarak mağlup olduklarını ve elinden gelenin en iyisini yaptığını unutmaması gerekiyor. Maça çıkmadan önce 10 numaralı formasını giyerken, soğukkanlılık pelerinini de boynuna geçirmesi lazım. Eğer bunu başarabilirse, her daim yüzünden gülümsemeyi eksik etmezse, kaybedilen maçlardan sonra, tıpkı yenilen gollerin ardından yaptığı gibi arkadaşlarını teselli edip motive ederse, Arda Turan bizim kuşağın efsanesi, kahramanı ve Metin Oktay’ı olacak... Çünkü Arda Turan’ın kumaşı parçalıdan derin izler taşıyor ve parçalı en çok Arda Turan’a yakışıyor...




Arda Turan, özünde zaten bir ağabeyin şefkatini ve sevgisini; bir beyefendinin saygısını ve efendiliğini barındırıyor. Ali Sami Yen’de 23 Temmuz 2009 Perşembe günü oynanan Tobol maçında, resmi olarak ilk kez forma giyen Serdar Eylik’in heyecanını paylaşan, santradan koşarak gelen ve ona sarılan Arda Turan. PAF’tan gelen ve Galatasaray’ın geleceğinde önemli bir yer elde etmesi beklenen Emre Çolak’a bir araba hediye eden Arda Turan. O zaten bu genç yaşına rağmen ağabey...

Skibbe’nin görevden alınıp Bülent Korkmaz takımın başına getirildiğinde; Bülent Korkmaz’ın ilk maçının ardından Michael Skibbe’ye teşekkür eden ve bu galibiyette onun da payının olduğunu söyleyen Arda Turan. Sezon başında kaptanlığa getirildiğinin açıklandığı basın toplantısında tekrar tekrar Ayhan Akman’a gösterdiği anlayıştan dolayı teşekkür eden, onun desteğiyle daha da başarılı olacağını söyleyen Arda Turan; zaten saygılı, zaten efendi...

Şimdi bunları okurken Arda Turan’ın yaptığı hataları aklınızdan geçiriyorsunuzdur. Evet, bunları ben de biliyorum. Tekrar söylüyorum; Arda Turan’ın Galatasaray sevgisi, ona zarar vermeye çok müsait. Ve geçmişte yaptığı hataların temelinde bu sevginin yattığını düşünüyorum.

Arda Turan’ın Galatasaray kaptanlıyla birlikte daha sakin, daha soğukkanlı oynayacağına inanıyorum. Ali Sami Yen’de Arda Turan’ı canlı izleyebildiğim için bir Galatasaraylı olarak, kendimi çok şanslı hissediyorum. Oyun her sıkıştığında topu Arda’ya atın, Arda topu alsana, hadi Arda diye bağırıyorum. Top Arda Turan’ın ayağına gelince umutlanıyorum; çünkü biliyorum ki Arda Turan orta yapmaz, pas (adrese teslim) verir. Eksisiyle artısıyla, tüm bunları üstüste koyunca Arda Turan’ın önünde çok güzel bir gelecek olduğunu görüyorum. Arda Turan’ın Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu olabilecek bir yeteneği, futbol zekası, takımının tarihine geçecek bir sevgisi, taraftarıyla arasında kopmayacak bir bağı var.

Arda Turan, gönlümüzde çoktan Superman mertebesine ulaştı; yeterki soğukkanlılık ve sağduyu pelerinini boynundan eksik etmesin, güvenimizi boşa çıkarmasın.

7 Ağustos 2009 Cuma

Saygılar Leonard Cohen

Kaybedenler imparatorluğunun kralı, zarif, kibar, neşeli, hüzünlü, şık, beyefendi Leonard Cohen, İstanbul’daydı. Büyülüydü, sihirliydi, Leonard Cohen konseri ayaklarımı yerden kesti.

Konser için ne desem az kalacak, hangi sıfatı kullansam, nasıl anlatsam eksik olacak; bunun bilinciyle biraz çekinerek yazıyorum...

Bazen 100 yılda, 70 yılda 50 yılda bir olacak olaylarla ilgili haberler yapılır; “güneş tutulması şöyle uzun sürecek, en güzel meteor yağmuru şu tarihte olacak” diye yazarlar, kaçırmayın derler. Leonard Cohen konseri de öyleydi...

İlk kez bir açıkhava konserine bir saat önce gittim, yolda, şimdi kimse yoksa kapılar açılmamışsa ne yapacağım orada derken; benden başka bir sürü insanı içeri girerken gördüm. İtina ile yerimi buldum ve oturdum; kapılar açılsa iki saat önce bile mekandaki yerimi hiç kuşkusuz alırdım.

Leonard Cohen, sahneye 21:00’da çıktı; ne bir dakika geç ne bir dakika erken; bu bile konserin ne kadar özel olacağının göstergesiydi. Hiçbir konseri bununla kıyaslayamam, bundan sonra başka bir konsere gitmesem de üzülmem. Eylül’de Madonna Türkiye’ye gelecekmiş diyorlar; gelsin... Ben dün gece, dansçıları olmayan bir sahne şovu izledim. Leonard Cohen’in sahneyi süsleyen halının üzerinde minik adımlarla sinirli hareketler yapışını, sahneye hoplayarak zıplayarak; hafif dans figürleri yaparak çıkışını gördüm. Solo yapan müzisyenlerini, şapkasını kalbine koyup dinleyen; sahnede diz çöküp başını öne eğerek bugulu sesiyle şarkılar söyleyen; bir şarkı bitince ışıkları sönen ve soliste tutulan spottan bir adım geriye gidip o ışığı boş bırakan ve alkışları karanlıkta dinleyen; veda ettikten sonra mikrofonu nazikçe yere bırakan ama alkışların ardından neşeyle sahneye koşan Leonard Cohen’e şahit oldum. Son 10 yıldır her yaz hayallerini kurduğum konseri izledim; bundan sonra varsın Bono Türkiye’ye gelmesin...



Ayakta alkışlamak yetmedi

Cohen’in konser boyunca iki kez özenle tanıttığı ekibi sahnede yanyana durdular, veda ederken hep birlikte “Wither Thou Goest”u söylediler. Leonard Cohen’in etkileyici sesini, sanatın neredeyse her alanındaki başarısını biliyorum ama onu canlı izlemek; Cohen ile birlikte çalan ve söyleyenlerin en az onun kadar mükemmel olduğunu görmemi sağladı. Plak kıvamında ulaştı şarkılar kulağıma, her nota tek tek yerli yerindeydi, tüm vokaller insanın içine işliyordu. Büyük ozan, bu kusursuz işin ardındaki ses ekibini de sahneye çağırdı ve onların da alkışlardan pay almasını sağladı.

Sevgiyle, saygıyla, hayranlıkla alkışladım L. Cohen’i.

Konsere ve dinleyicilere dair

- Açıkhava’daki çürük yumurtaları bir kenera ayırırsak, izleyiciler nerede alkışlamaları, nerede susmaları, nerede eşlik etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Sanki seyircili bir prova yapılmış gibiydi; Leonard Cohen’in bir tek sözünü kaçırmak istemedikleri belliydi, o konuşmaya başladığında çılgınca alkış anında kesiliyordu.

- Öyle böyle değil, insan bir şeyi yıllarca bekleyince ona kavuştuğu an bazen afallar ne yapacağını bilemez. Öyle bir şaşkınlık yoktu dinleyicilerin üzerinde, sessiz ve huzurlu bir kitle vardı. Soluksuz izledik...

- Yaş ortalaması oldukça yüksekti, 35 üzeri diyebilirim. Ama arada 10 yaşlarında bir iki çocuk da gözden kaçmıyordu, aslında onların ne düşündüklerini merak ediyorum.

- Konser başlamandan önce konserin başlamasına 10 dakika kaldı diyen klasik anons yapıldı. Ama halen gelenler, yerlerini bulmaya çalışanlar, alaska – frigo, çay - kahve satan satıcılar, birbirine seslenen, telefonla konuşan insanlar vardı. Bu keşmekeş “Dance Me to The End of Love”ın başlamasıyla son buldu. Önce alkışlar koptu, sonra büyülü bir sessizlik sahneyi Cohen’e bıraktı. Gerçekten onca insan nasıl oldu da dakikalardır bulamadıkları yerlerini buldu, nereye oturdular, nasıl yerleştiler, hayret ettim. İlkokulda öğretmen gelmeden önce sınıfta koşturan öğrencilerin, öğretmenlerini kapıda gördükleri anda sıralarına geçmeleri gibiydi yaşananlar.

- Bir de aklım satılan tişörtlerde kaldı, pahalı geldi almadım, çok güzellerdi.